Türkiye’de ve dünyada tanınan Kürt asıllı ressam Ahmet Güneştekin’in beklenen sergisi, 16 Ocak 2025 tarihinde İstanbul Feshane’de açıldı.
Geçtiğimiz salı günü, bahar günü aratmayan güzel bir havada Haliç’teki sergiyi gezmek için eşimle beraber yola koyulduk.
Okulların tatil olmasını fırsat bilen aileler, aynı bizim yaptığımız gibi kendilerini sokağa atmışlar.
Metro ve sokaklar cıvıl cıvıl…
Sergi alanına vardığımızda sanat etkinliklerinde görmeye pek alışık olmadığımız halktan insanların da sergiye geldiklerine tanık olduk. Çoluk çocuk, hala teyze hep birlikte Feshane’nin yüksek tuğla duvarlarına asılan renkli görsellerin önünde durmadan fotoğraf çektiriyorlar.
En renkli ve göze hoş görünenler, daha çok tercih ediliyor.
Siyah beyaz olanlara bakan ve eserlerin niteliğiyle ilgilenen pek yok.
İnsanların ezici çoğunluğu, sergiyi bir lunapark, panayır edasında geziyor. Duvarda, yerde olan eserlerin verdiği mesajların ne anlam ifade ettiğine dair en ufak bir bilgiye dahi sahip değiller.
Sadece bakıp geçiyorlar.
Sanatla, kültürle ilgili olarak aklında en ufak bir bilgi dağarcığı oluşmamış -ya da oluşturulmamış- insanların bu davranışlarından dolayı onları kınamadığımı belirterek sergiyi gezmeye başlayalım..
Ahmet Güneştekin; tartışmalı olan sergilerinden ilk olanı 2012 yılında “Yüzleşme” adıyla İstanbul’da açmıştı.
İkinci olarak Diyarbakır’da açılan “Hafıza Odası”, kamuoyunda tartışılmış ve ses getirmişti.
Bu sergiden bir yıl sonra İzmir’de açılan “Gavur Mahallesi” sergisi de tartışmalara konu olmadan kamuoyundan beklenen ilgiyi görmüştü.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve özelde Ekrem İmamoğlu’nun özel gayretleriyle sergiler zincirinin son halkası, İstanbul Feshane’de tamamlandı.
Serginin gerçekleşme sürecini Ahmet Güneştekin, aşağıdaki 7 dakikalık videoda anlatıyor. Bu yazıyı okuyanların sergi hazırlıklarının büyüklüğünü daha iyi anlamaları açısından izlemelerini öneririm.
Ekrem İmamoğlu, Diyarbakır’da açılan “Hafıza Odası” ve İzmir’de açılan “Gavur Mahallesi” adlı sergilere katılmıştı, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer de “Gavur Mahallesi”adlı serginin gerçekleşmesi için bütün belediye olanaklarını seferber etmişti.
CHP Belediye Başkanları ve belediyeler, durduk yerde neden bu kadar sanat düşkünü olmuşlardı?
Neden, belediyenin olanaklarını ve mekanlarını Kürt asıllı bir ressamın hizmetine sunmuşlardı?
Açılan sergilere olan ilgi, sadece CHP Belediyeleri ve Başkanları ile sınırlı değil…
Türkiye’nin büyük burjuvazisi, sanatçıları, gazetecileri, aydınları, yazarları işlerini güçlerini bırakarak Diyarbakır, İzmir ve İstanbul arasında mekik dokudular.
Denizbank, Arçelik, Tatko Lokal Enerji, Yıldız Holding gibi şirketler, sergilere sponsor oldukları gibi Güneştekin’in “Beyaz Türk” diye adlandırdığı patronlar ve eşleri sergilere şeref verdiler.
Sanat- kültür dergileri, internet siteleri, köşe yazarları, You Tube kanalları Ahmet Güneştekin’in açtığı sergi haberlerini verirlerken aynı zamanda onun sanatını da göklere çıkardılar.
artı gerçek’in köşe yazarı İrfan Aktan, Ahmet Güneştekin’le son sergisi üstüne uzun bir röportaj yapmış.
Ressamın, İrfan Aktan’ın sorularına verdiği yanıtlara inanacak olursanız kendinizi, eski yıllardaki Güney Afrika rejiminin ırkçı beyaz azınlık yönetimi altında yaşıyor gibi hissedebilirsiniz. Faşist zulmün pençesinde yaşayan ressamımız, sergisinde 750 ton mermer kullanmış. Türkiye’deki mermer ocakları Güneştekin’in tezini kanıtlamak için 4 vardiya çalışmışlar. Demir-çelik atölyeleri ve yüzlerce insan seferber olup 40 tır malzeme taşımışlar. İstanbul, İzmir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyeleri bütün olanakları ressamın ayaklarının altına sermişler ve en önemlisi de Türkiye’nin büyük burjuvazisi sergiye gelerek, eserlerden satın alarak ressama desteklerini sunmuşlar. Türkiye’nin sağ-sol demeden bütün medyası günlerce verdikleri haberlerle övgüler diziyorlar ama her nedense ressamımız kendisinin ve halkının, faşist bir zulmün cenderesinde yaşadığını hâlâ iddia edebiliyor..
Ressam, kafasını gömdüğü kumdan çıkararak ve savunduğu saplantılarından bir an kurtularak çevresine bir baksa durumun hiç de öyle olmadığını görerek, şaşıracak.
Ahmet Güneştekin, Türkiye’de her zaman iş yapan ve kullanana sayısız faydalar sağlayan mağduriyet silahına başvuruyor.
Türkiye’nin burjuvazisi, medyası, sanat çevresi, sivil toplum kuruluşları ve Belediyeleri arkasında ama o her nedense durmadan ağlıyor ve o hep mağdur.
Meclis’te etnik aidiyet olarak çoğunluğu Kürtler ellerinde tutsalar da onlar yine hep mağdurlar.
Beylikdüzü’nden Tuzla’ya kadar İstanbul’un ticaret piyasasının genelini ellerinde bulundursalar da yine onlar hep mağdurlar.
Çanakkale’den Hatay’a kadar turizm otellerinin, gazinoların, eğlence sektörünün çoğu ellerinde olsa da yine onlar hep mağdurlar.
Sinemanın, televizyon dizilerinin, sanat kültür dünyasının, müzik sektörünün tümü ellerinde de olsa yine onlar hep mağdurlar.
Egemen oldukları alanları art arda sıralasak bu sayfalar yetmez.
Emperyalizmle ve siyonizmle bütünleşmiş Türkiye’nin burjuvazisi; Amerika’da, Bürüksel’de yazılmış olan plan doğrultusunda Kürt hareketini kullanarak Türkiye’yi federal bir sisteme zorluyor. İşte bu yüzdendir Türkiye’nin “Beyaz Türkleri” nin Ahmet Güneştekin’e olan sempatisi…
Ahmet Güneştekin, Türkiye’nin Aleksandr Soljenitsin’idir.
Batı kapitalizmi, 20. yüzyılın son çeyreğinde artık çürümeye yüz tutmuş Sosyalist Sistemi ortadan kaldırmak için Polonya’da Leh Valesa’yı, Sovyetler Birliği’nde de Aleksandr Soljenitsin’i kahramanlaştırarak kullanmıştı. Hatta ona 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü de vermişlerdi. Sovyetlerin yıkılış sürecinde her Allah’ın günü haberleri yapılan ve Batı dünyasınca Azizleştirilen Soljenitsin’i bugün hatırlayan, adını anan var mı? O dönem için kullanışlı olan bu araç, iş bitince tarihin çöplüğüne atıldı.
Ahmet Güneştekin de Türkiye ulus devletini yıkarak ve onu küçük küçük devletçiklere bölerek etkisizleştirecek olan büyük planın Soljenitsin’idir. O yüzden Türkiye’nin “Beyaz Türk” olan büyük burjuvazisi, medyası ve işgale uğramış CHP’si Ahmet Güneştekin’in karşısında secdeye varıp övgüler düzüyorlar.
Ahmet Güneştekin, küresel burjuvazinin bir sanatçısı olduğu için fırçasını; aydınlığa, insan olmaya ve insan kalmaya karşı sallıyor.
Türkiye topraklarında iyiye dair ne üretildiyse onun kullandığı mermerler altında eziliyorlar.
2021 yılında Diyarbakır’da açılan “Hafıza Odası” sergisinin gala gecesinde Güneştekin, “Biz sanatçıların görevleri vardır. Bizler tarihin tanıkları ve aktarıcılarıyız. Hafıza Odası, Türkiye’nin son yüzyılını anlatan bir sergidir.” diyordu.
O 100 yıllık Cumhuriyet’in ürettiği güzelliklerin tümüne karşı olan birisidir.
O, Cumhuriyet’e baktığında gözleri baskı, zulüm, işkenceden başka hiçbir şey görmüyor.
DEM Parti yetkilileri de aynı şeyleri söyleyip duruyorlar.
Diğer tarafta da dinci gericilik de bu söylenenleri onaylayarak 100 yıllık parantezi kapatma operasyonunu yürütüyor.
Dinci gericilikle Kürtçülük, Kemalizme dair ne varsa bu topraklardan kökünü kazımak için birlikte hareket ediyorlar.
Diyarbakır’daki sergiye katılan İsveç’in İstanbul Konsolosu Peter Ericson “Sur ilçesindeki yıkıntılardan yapılan eser beni çok etkiledi. Doğrusu çocuk oyuncakları ile yapılan eser çok trajikti.” demişti.
PKK’ya her türlü desteği veren ülkenin konsolosu, Sur çatışmalarında ölen 800 asker ve karşı taraftan ölen binlerce insanın ölümlerinden dolayı bir an bile olsa kendisinde suç aradı mı acaba? Hurda yığınları arasındaki çocuk oyuncaklarını “trajik” bulan konsolos, parçalanmış cesetlerin fotoğraflarını gördüğünde neler hissetti?
Bu konuda bir bilgiye sahip değiliz.
Ahmet Güneştekin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve yaptıklarının tümüne karşı olan birisidir. “…1925’ten itibaren Şark Islahat Planı ve onunla şekillendirilip cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen politikalar, 2025 yılında Kürtçenin TBMM kayıtlarına ‘bilinmeyen bir dil’ olarak yazılmasıyla hâlâ devam ediyor.” diyor. Ahmet Güneştekin, bir ulus devlette yaşadığının farkında değil herhalde…
Hangi ulus devletin parlamentosunda çok dillilik egemen?
Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de,Yunanistan’da, İtalya’da, ABD’de meclis üyelerinin hangisinde resmi dilin dışında, farklı bir dille Meclis üyelerine hitap ediyorlar?
Hangisinde?
Doğal olarak hiçbirinde…
O ülkedeki meclis üyelerinin hiçbirinin aklına, bizdeki DEM ve CHP Milletvekillerinin yaptığı gibi gösteriler yapmak gelmez.
Gelse bile iflah olmaz bir ırkçı, dengesiz biri olarak damgalanarak Meclis dışına atılırlar ve mutlaka cezalandırılırlar.
Ahmet Güneştekin’in dile getirdiği bu talebin demokrasiyle, özgürlükle, anadille bir ilgisi de yoktur.
Ama, emperyalizmin ulus devletleri; etnik ve mezhep temelli bölme planlarıyla çok yakından bir ilgisi vardır.
“Bakınız, kendisi Kürt olan Bekir Bozdağ, Kürtçe söz alan bir Kürt milletvekilinin sesini kapatıyor ve onu Türkçe konuşması konusunda uyarıyor. Daha ne anlatayım.” diyen ressamımızın gözü ırkçı tezlerinden başka bir şey görmüyor.
Ahmet Güneştekin, açtığı son 4 sergide; “Kayıp Alfabe” ile anadil sorununu, “Analar Duvarı” ile, yakın zamanda kaybedilen anaları, “Yoktunuz” ile Hendek Savaşlarını, “Çürüme” ile Roboski katliamını, “5 Nolu” ile Diyarbakır Cezaevinde yaşanan işkenceleri ve baskıları anlattığını söylüyor.
Yaşanan Hendek Savaşları, Roboski Katliamı ve Diyarbakır Cezaevi üstüne konuşsak kitaplar dolusu laf edebiliriz.
Roboski Katliamı denilen operasyonun Fetöcülerin ABD bağlantılı olarak Ankara’dan yönettikleri ve yaptıkları kanıtlandı. “Kürt Sorunu” denilen sorunun daha da içinden çıkılmaz hale getirip Kürtleri kışkırtmak amacıyla yapılan bu insan kıyımının nedenini araştırmadan sonuç odaklı konuşup hareket etmek hangi sanatçı duyarlılığına sığar?
Diyarbakır cezaevinde yapılan insanlık dışı uygulamalarının amacını bazı darbeci generaller anılarında itiraf etmişlerdi. Bilmeyenlere bir kez daha söyleyelim; içeri aldıklarına ağır işkenceler yaparak, bok yedirerek, insanlık onurlarını kırarak onları dağa çıkmaya zorlamaktı amaç. Köyler yakılarak insanlar Mersin’e, Adana’ya, Hatay’a göç ettirildi. Akdeniz’e açılan Kürdistan haritaları o dönemde köy yakarak çizilmişti. Köy boşaltmalar, yakmalar; ABD’nin bir göç operasyonu olarak tarihe geçti.
Ahmet Güneştekin, tüm bu yapılanların faturasını (diğer etnik milliyetçilerin yaptığı gibi) Türk ulusuna kesiyor.
2021 yılında Diyarbakır’da açılan sergide, Keçi Burcu üstünde çeşitli renklere boyanmış tabutlar kullanılmıştı.
Tabutların çeşitli renklere boyanmasını, verilen mücadeleye bir hakaret olarak algılayan PKK militanları, bazı tabutları surdan aşağı atarak protesto etmişlerdi. İzmir’de açılan “Gavur Mahallesi” adlı sergide de bu tabutlar kendilerine bir yer bulmuşlardı.
Şimdi aynı tabutlar, İstanbul’da video ve ses enstalasyonu olarak karanlık bir odada karşımıza çıktı.
Beyaz perdede uzun ve geniş bir çayıra yerleştirilmiş rengarenk yüzlerce tabut görüyoruz.
Tabutların arasından bize doğru siyah elbise giymiş postallı genç adamlar ellerindeki tabancalarla havaya ateş ederek yürüyorlar. Ateş eden genç adamların sol yanında iki tane oldukça şişman köçek de yürüyor.
Kamera yürüyen köçeklerin ellerindeki zile odaklanıyor.
Köçekler tabutların arasında kıvıra kıvıra dans ederlerken siyah giysili adamlar ellerindeki silahlarla havaya ateş ediyorlar. Zil sesleriyle silah sesleri birbirine karışıyor.
Köçek, Osmanlı Devleti’nde devşirme yöneticileri eğlendiren dansçılardı. 20- 25 yaş aralığında olup eğitimden geçmiş “parlak oğlanlar”, saray erkanının önünde müzik eşliğinde erotik danslarını eda ederlerdi. Saraya ait olan bu eğlence şekli, zamanla konaklara, meyhanelere sokaklara ve düğünlere kadar taştı. Padişah ve o dönemin kudretlileri, eğlenceler düzenlerken mutlaka köçek oynatırlardı. İslam dininde kadının kamuya ait alanda dans etmesi yasak olduğundan erkekler kadın kılığına sokularak meydana sürüldü. Erkeğin kadın kılığında erotik danslar yapması aynı zamanda eşcinselliğe de kapı aralıyordu.
1800’lü yıllarda köçek oynatma İstanbul’da yasaklanınca bu mesleği yapanlar Anadolu’ya dağıldı. Anadolu’nun değişik kentlerinde bu meslek varlığını devam ettirdi. Geçen yıllar içinde yapılan dansın erotik figürleri biraz törpülenmiş olsa da Kastamonu, Sinop, Zonguldak gibi illerde düğün törenlerinde hâlâ köçek oynatılıyor.
Cumhuriyetle birlikte kadına konulan dinsel yasakların kalkmasıyla köçek oynatmanın gerekçesi de ortadan kalkmıştır. Bugün kadın – erkek halk oyunlarında ve müzik eşliğinde ( kendi cinsel kimliğiyle) dans edebiliyor. Bazı feminist gruplar dansı, protestolarda bir eylem biçimi olarak kullandıkları gibi kadınlar tek başına olarak da kamuya açık alanlarda müzik eşliğinde dans edebiliyorlar. Bu anlamda kadına konulan dinsel dans yasağı, işlevsiz hale gelmiştir.
Ayrıca erkeğin kadın kılığına girerek, eteğini savurarak dans etmesi itici olmanın ötesinde aynı zamanda tiksindiricidir.
Köçeklik, bastırılmış kadın kimliğinin erkek cinsine verdiği bir cezadır.
Ahmet Güneştekin, Batı Karadeniz’de halen devam eden bu dans çeşidini, video gösterisinde Türklere mal ederek “Bakın! Bizler özgürlük mücadelesi verirken ve bu mücadele de insanlarımızı bir bir yitirirken Türkler de bizim acılarımız üstünde zil takıp oynuyorlar.” diyor.
Türkleri, kadın kılığında köçek olarak nitelemesinin yorumunu da sizlere bırakıyorum.
Karanlık odada videoyu izleyenlerin yüzlerine bakarak duygularını anlamaya çalışıyorum, kendi aralarındaki konuşmalarına kulak kabartıyorum; iyi ya da kötü olarak hiçbir yorumları yok! İnsanlar perdeden izleyiciye doğru akan mesajlardan bir şey edinemeden odayı terk ediyorlar.
Lafı fazla uzattık galiba…
Sergi hakında söyleyeceklerimiz; bu yazıdaki anlatılanlarla sınırlı değil.
Yazının 2. bölümünde sergiyle ilgili görüşümüzü anlatmaya devam ederken bir liboşla bir komünistin sergi hakkındaki görüşlerine de yer vereceğiz.
Sanat alanı da devrimle karşı devrimin hesaplaşma ve çarpışma alanıdır. Türkiye’de sol taraftaki alan tümüyle etnik milliyetçilerin safsatalarıyla, palavralarıyla, sağ taraftaki alanda da ümmet fikri ve diktatörlük özlemiyle tıka basa doludur.
Bu ülkenin gerçek devrimcilerinin gündeminde ise ne yazık ki, kültür- sanat alanında bir mücadele diye bir fikirleri yok.
2. bölümde yeniden görüşmek üzere…