1950 yılında yapılan nüfus sayımına göre Türkiye’de 20 milyon 947 bin kişi, İstanbul Belediye sınırları içinde ise 983 bin 41 kişi yaşıyordu.
Ülkemizin yöneticileri, o yıllarda “küçük Amerika” olma hayalleriyle kendilerini Sam Amca’nın kollarına atmışlardı.
İş bilen tüccarlarımız, Batılı şirketlerle ortaklıklar kurup montaj sanayini kurmaya başlamışlardı.
İstanbul’da açılan fabrikalarda çalışacak işçiler, Anadolu’dan getirildi.
Yatağını, yorganını kapan soluğu İstanbul’da aldı.
Herkes yeteneğine göre bir iş bulup, kentin olanaklarından da parası kadar faydalanıyordu.
1950 – 1970 yılları arasındaki hızlı kentleşmenin insanımızı nasıl etkilediğini o dönemi konu alan roman, öykü ve tiyatro eserlerinde görebiliyoruz. Örneğin Orhan Kemal, Gurbet Kuşları romanında İstanbul’a gelip gecekondularda yaşayan, inşaatlarda çalışan emekçilerin özlemlerini, hayallerini, yaşadıkları dünyayı çok güzel anlatılır.
İşçiler; Zeytinburnu, Taşlıtarla (Bayrampaşa), Safraköy(Sefaköy), Hisarüstü gibi gecekondu semtlerinde yaşarlarken, kentin içine serpilmiş fabrikalarda da çalışıyorlardı.
Haliç’in çevresindeki semtlerin kanalizasyonu Altın Boynuz’a akıyordu.
Fabrika ve ev atıklarından önce Haliç kirlendi.
Öyle kirlendi ki lağım kokusundan yanına yaklaşılmaz oldu.
Kirlilik yıllarca tartışıldı.
Sonunda fabrikaları şehir dışına çıkarma kararı alınıp, uygulandı.
Kazlıçeşme’nin, Tuzla’nın deri sanayini Çorlu’ya; Tekstil sanayi, kimya sanayi gibileri Çerkezköy’e taşıdık.
Ardından Çorlu’nun, Çerkezköy’ün ve Trakya’nın tüm şehirleri hızla göç aldı.
Devlet, Trakya’da fabrika kurması için işadamlarını teşvik etti.
Sanayi kuruluşları ve fabrikalar bir taraftan Edirne’ye, diğer taraftan da Kocaeli ve Adapazarı’na doğru hızla yayıldılar.
Sonunda İstanbul’la İzmit- Adapazarı birleşti.
Diğer tarafta ise İstanbul – Çorlu, İstanbul – Tekirdağ kentleri birleşti.
Trakya durmadan göç alıyor. İstanbul, Edirne’ye doğru hızla büyüyor.
Başkanımız, İstanbul Kanalı’nın iki yakasında yer alan iki şehirin kurulacağı müjdesini milletimize verdi ve bu haber bizi çok mutlu etti.
AKP’nin eski Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “İstanbul’u 25 milyon insan yaşayacak şekilde planlıyoruz.” demişti. Yapılan plan tıkır tıkır işliyor. Şurada 25’e ne kaldı ki. Dişimizi biraz sıkar kanalı da yaparsak istenilen hedeflere hemen ulaşabiliriz.
Her şey çok iyi gidiyordu.
Demirel’in “Nurlu Ufuklar” sloganı gibi Başkanımızın “Lider Ülke, Çağ Atlayan Ülke” mesajlarına az daha kanıyorduk ki Marmara Denizi birden bire su koyverdi.
Daha doğrusu ağız salyasını akıttı.
Bilim çevreleri bu salyaya müsilaj diyorlar.
Bir sürü anlamını bilmediğimiz terimi arka arkaya sıralıyorlar. Yalnız içlerinden biri lafı evirip çevirmeden kitabın ortasından konuştu ve “Marmara Denizi aslında 1989 yılında öldü. Bu gördüğümüz ve burnumuza gelen pis kokular cesedin parçalanırken çıkardığı kokulardır. Başımız sağ olsun.” dedi.
Pis salya, Marmara’nın her yerini kaplıyor.
Uzmanın söylediği 1989 yılında ne olmuştu?
O yılda, denize kıyısı olan belediyelerin tümü şehir kanalizasyon sularını arıtmadan Marmara’nın dibine boşaltmaya başlamışlardı.
Marmara, insanın kustuğunu, insana paketleyip salya olarak geri gönderdi.
30 Mayıs 2021 tarihinde Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği, müsilaj hakkında bir açıklamada yaptı. Açıklamada, “…endüstri ve sanayi tesislerinin atık sularını arıtma bile yapmadan deşarj etmeleri sonucu doğa tehdit altındadır.” denildi.
Ne denebilir? Atalarımız demiş ya; “Kabahati gelin etmişler de kimse almamış.
Trakya, dünyanın en güzel tarım alanı…
Bu en güzel alan ,yerleşime açıldı.
Milyonlarca insanın yaşadığı alanlar beton denizi oldu.
Çok değil, daha 1970’lerde Ergene’de balık tutuluyordu, tarımsal sulama yapılıyordu.
Şimdi Ergene’de zehir akıyor.
Tekstil fabrikaları zehirli sularını derelere veriyorlar.
Dereler rengarenk akıyor.
Patronlar bazen de zehirli suları yeraltına basıyorlar.
İçme suları zehirleniyor.
Aynı sorun bütün Türkiye’de yaşanıyor. Türkiye’nin dağı, taşı, havası, suyu zehirleniyor.
İkinci dünya savaşından sonra Batılılar, kendi ülkelerini kirleten sanayileri üçüncü dünya ülkelerine gönderdiler. Tekstil sanayi de onlardan biri…
Şimdi Ergene’yi kurtarma projesi olarak bir Zihni Sinir projesi devreye sokuldu.
Ne yapacaklar?
Ergene’nin zehirli akan pis sularını boru hattı ile Marmara’nın dibine basacaklar.
Böylece kirlenme sorununu halletmiş olacaklar.
Nasıl iyi mi?
Bu proje ile Marmara Denizi çevre illerin lağım çukuru olacak.
“Olur mu canım? O zaman deniz tamamen ölür ve pis pis kokar. İnsanlar bu kokuya dayanamaz” demeyin.
Her şeyi bilen yöneticilerimiz bu konuyu da kendilerince düşünmüş olmalılar.
Birden aklıma ünlü polis şefi Hanefi Avcı geldi. Yazdığı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabında Cemaatçilerin dalaverelerini, tüm pisliklerini anlatmıştı. FETÖ’cüler bu kitaba çok sinirlenip adamcağızı komünist örgüt yöneticiliğinden sürüm sürüm süründürmüşlerdi. Yazar bu kitabın ön sözünde; eski kirli Haliç’in kıyısında yaşayanlara, çalışanlara hayret ettiğini, Haliç’ten yayılan bu pis kokulara nasıl dayandıklarını çok merak ettiğini yazıyordu. Haliç kıyısında yaşayanların bu pis kokuları zaman içinde algılamayarak ortama alıştıkları yorumu yapıyordu.
Hanefi Avcı’nın kitabını okuyan yöneticilerimiz de halkımızın alışma huyuna güveniyorlar
Yukarıda yer alan köpüren Ergene’nin resmini sosyal medyada paylaşan bir vatandaş, “Trakya halkı köpürmedikçe, Ergene köpürecek.” diyor.
Vatandaş çok bekler. Trakya halkı bu ara köpürmez.
Çünkü, elindeki toprakları gelenlere satıyor. Eline geçen parayla çok mutlu oluyor. Elindeki toprakları satıp, paralarını harcayana kadar sesini çıkarmaz.
Elindeki toprakları yitirdiğinde ve yoksulluk çukuruna yuvarlandığında uyanacak ama iş işten geçmiş olacak.
Uzmanlar, önümüzdeki yıllar içinde Marmara Bölgesi’nde en çok göç alacak kentlerin başında Tekirdağ, Kocaeli ve Yalova olacak diyorlar.
Marmara Bölgesi, yaşayanlarla ve yeni gelenlerle mega şehir olacak. Ortasında da lağım çukuruna dönüşmüş ve içinde canlı barınamayan bir havuz.
Kırları boşaltılmış, devasa şehirlerde toplanmış insanların ülkesi…
Küreselciler böyle istiyor, ortakları uygulayıp para kazanıyorlar. Bu arada toprağımızı, denizimizi, balıklarımızı, kültürümüzü, geleceğimizi geri gelmemek üzere kaybediyoruz.