Sözcü Gazetesi köşe yazarı Serpil Yılmaz, 13.9.2020 tarihli köşe yazısında konuyu gündeme getirince ortalık yine toz duman oldu. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu yine yaptı yapacağını… CHP’nin kuruluş yıldönümünde düzenlenen “Taksim Toplantıları” etkinliğinde yaptığı konuşmada Atatürk’e atfen üç kez Gazi Mustafa Kemal ismini kullanınca toplantıya katılan Uluç Gürkan’ın “Atatürk adını kullanmamak tercihiniz mi?” sorusuna muhatap oldu. Kaftancıoğlu bu soruya verdiği yanıtta: “Kişilerin isimlerinden söz ederken, belirli alışkanlıklarla bunların özel atıflarla kategorize edilmesine karşıyım. Yıllardır kullandığım gibi bu şekilde ifade etmek, kendimi ait hissettiğim bir ifade olduğu için tercih ediyorum.” dedi. Atatürk’le ilgili bu değerlendirme, CHP içinde ve sosyal medyada tartışıldı. Milletvekillerinden bazıları sert tepki göstererek, İl Başkanını istifaya davet ettiler. Gelen tepkiler üzerine Kaftancıoğlu geri adım atarak, kamuoyu duyurusu içinde Atatürk adına yer verince ortalık yatışır gibi oldu.
Bu olay Kaftancıoğlu’nun ilk vukuatı değil. Geçmiş yıllarda sosyal medyada savunduğu görüşleri, İstanbul İl Başkanı olunca getirilip önüne konuldu. Savunulan bu görüşlere bakıldığında Atatürk karşıtlığı, PKK-HDP hayranlığı, Ermeni Soykırımı tezlerine destek gibi özellikler hemen göze çarpıyordu. Gazetecilerin, “Geçmiş yıllarda savunduğunuz bu görüşleri bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna Kaftancıoğlu: “Bugün de aynı fikirleri savunuyorum. Görüşlerimde zerrece bir değişiklik yok!” diye cevaplıyordu. Baştan partililer arasındaki tartışmaları sadece izlemekle yetinen Genel Merkez, tavır değiştirerek hep birden hücuma kalktı. “ Bizim partide herkes Atatürkçüdür, Canan Hanım’ı kimseye yedirmeyiz” demeçleri ve sus işaretiyle konu şimdilik kapandı.
Kaftancıoğlu’nun savunduğu bu görüşler yeni değil, 80 yıldır Türkiye’de birileri tarafından ortaya atılıp savunuluyor. Sağ ve sol cenahtan gelen bu değerlendirmelerin tarihi ve sosyolojik bir karşılığı olmadığı gibi yalan ve iddia üzerine kurgulanmıştır. Biraz araştırma yapıldığında Atatürk karşıtı görüşlerin ilk çıkış yerlerinin Batı merkezleri olduğu hemen görülecektir. Özellikle iki binli yıllarda çıkarılan yasalarla yabancı kuruluşlara Türkiye’de faaliyet yapma hakkı tanındı. Bağlı bulundukları ülkelerin istihbarat örgütleriyle birlikte çalışan yüzlerce vakıf, sendika, sivil toplum kuruluşu hiçbir engelle karşılaşmadan, özgürce faaliyette bulunuyorlar. Kitabında Alman vakıflarının ve derin devletinin Türkiye’ye yönelik faaliyetlerini inceleyen yazarın bu konuda söylediklerine bir göz atalım:
Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenler, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri ve vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen ‘Alman Kalkındırma Yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır.
Alman Derin Devleti – Talip Doğan Karlıbel – Profil Yayınları – Sayfa:192
Bir sonraki sayfada ise:
…Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün müdürü Udo Steibach’tır. Daha önce Almanya’nın Paris’teki Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe olarak görev yapmıştır. 1971- 1975 yıllarında Ortadoğu masası şefliğine yükselmiştir. Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden sanırım Steinbach’tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği ‘İslam’ın Avrupa İçin Önemi’ konferansında şöyle demiştir: ‘Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay Türk Devleti ve Türk Ulusudur.Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk Ulusudur.Böyle bir ulus yoktur!Olmadığını, Türkiye’de yaşanan Türk/ Kürt, Müslüman/ Laik, Alevi/ Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinmez.’ Alman Devleti’nin finanse ettiği Steinbach’ın enstitüsünün Türkiye’de bağlantıda olmadığı Alman vakfı ya da araştırma kurumu yoktur
Alman Derin Devleti – Talip Doğan Karlıbel – Profil Yayınları – Sayfa:193
Denilmektedir. Şimdi de Alman Derin Devletinin sözü bıraktığı yerden; ünlü sosyolog, siyaset bilimci, Cem Boyner’in (!) mücadele arkadaşı, “mahalle baskısı” kavramının yaratıcısı mümtaz şahsiyet alıyor:
Olan şey, Mustafa Kemal’in var olmayan farazi bir varlığı, Türk Milleti’ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. O’nun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutların bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran, olmayan bir şey için sanki varmış gibi çalışması ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir.
Steinbach görüşlerinde yalnız değil. Türkiye’den Şerif Mardin ona destek sunuyor. Amerika ve Avrupa’daki düşünce kuruluşlarında görevli uzmanlar yıllardır bu tezleri üretip duruyorlar. Türkiye’den Şerif Mardin benzerleri de kendi buluşlarıymış gibi bu tezleri allayıp pullayıp piyasaya sunuyorlar. Bu temel tezler, bir gazetenin köşe yazısında, bir konferansta, bir açık oturumda, bir parti bildirisinde, bir tv programında karşımıza sık sık çıkıyor. Çok tekrarlandığı zaman toplumun genel kanaati haline geliyor. Dinci, sağcı çevrelerce yürütülen Türk, Atatürk karşıtlığı kampanyasına son günlerde sol cenahtan da katılanlar oluyor. Fesli Deli Kadir öldü ama fesi ortada kalmadı. Fesi başına geçirip onun gibi konuşan solcularımızı, bulutların üstünde izleyen Deli Kadir’in ruhunun ne kadar huzur bulduğunu öğrenmek için bu konuların uzmanı Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a danışmakta fayda var.
Diyalektiğin en temel yasalarından biri olan her şey değişir ilkesi, Türkiye’de son yirmi yılda çok hızlı biçimde işledi. Ekonomi, siyaset, kültürel yapı ve devlet köklü dönüşümlere uğradı. Topluma giydirilen bu deli gömleğinden yönetenler hariç kimse memnun değil. Ortaya çıkan bu sistemin oluşumunda kimileri açıktan destek sundu kimileri de susarak onay verdi. Televizyon ekranında, gazetelerde bugün birbirlerine hakaret edenlerin son yirmi yıl içindeki dediklerine ve yaptıkların baktığımızda da ilginç sonuçlara varıyoruz. Bugünü anlamak için düne bakmak gerekir. Öyle çok eskilere değil, 5-10 yıl geriye gitmek bile bize çok şeyler öğretmek için yeterli olur.
10 Aralık 2005 yılında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin çağrısıyla İstanbul Dedeman Oteli’nde bir araya gelenler yeni bir oluşum meydana getirdiklerini kamuoyuna duyurmuşlardı. Oluşumun alt yapısında İlhan Tekeli ve Yiğit Gölöksüz’ ün alınterleri vardı. Kendilerini “10 Aralık Hareketi” diye tanımlayan grupta Erdal İnönü, Altan Öymen, Burhan Şenatalar, Erol Katırcıoğlu, Fuat Keyman gibi tanınmış kişiler yer alıyordu. Sonradan bu yapıya başkaları da katılacaktı. Hareketin Anayasa taslağını Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekili yaptığı İbrahim Kabaoğlu hazırlamıştı. Yeni Anayasa’nın şu aşağıdaki maddeler ışığında hazırlanması gerektiğini savunuyorlardı.
- Türk sözcüğü çıkarılıp yerine Türkiye yurttaşları denilmelidir.
- İlk dört madde dahil tümü değişmelidir.
- Tüm etnik yapılar, eşit vatandaşlık temelinde değerlendirilmelidir.
- Her dilde eğitim yapılmalıdır.
- Çift anadil olmalıdır.
- Her etnik grubun temsil edildiği federal bir yapı olmalıdır. Üniter devlet yapısı terkedilmelidir.
Çoğunluğunu CHP içinde siyaset yapanların meydana getirdiği topluluk, “CHP tarihsel olarak misyonunu tamamlamış bir harekettir. Donmuş ve bugünün ihtiyaçlarına cevap veremediği gibi siyasetin de önünü tıkamaktadır. Bu yüzden kapatılmalıdır. CHP, hayatına devam edecekse bir vakıf olarak devam etmelidir.” diyordu.
CHP ve Cumhuriyet yıkıcıları illeri dolaşarak toplantı üstüne toplantı yapıyorlardı. Bu arada Türkiye’nin gömlek değiştirmesi gerektiğine karar veren uluslararası çevreler, Avrupa’dan, Amerika’dan baktıklarında CHP’yi, fazla jakoben, Kemalist buluyorlardı. Doğru dürüst bir muhalefet yapmayan Deniz Baykal, Ergenekon ve üniter devlet konusunda yeteri kadar esnemeyince bir kaset operasyonuyla gönderildi. Yerine getirilen Kılıçdaroğlu’nun yıldızı, Doğan Medya’da Uğur Dündar’ın programında Melih Gökçek’in kirli çamaşırları ortaya dökülerek parlatıldı. CHP’yi omuzlayarak 21. Yüzyıla taşıyacak bir lider ortaya çıkmıştı. “CHP kapatılsın!” diyen 10 Aralık’çılar, benzer düşünceleri paylaşanların yönetime geldiğini gördüklerinde birer ikişer partiye doluşmaya başladılar.
Yazının içeriğinde değişiklik yaparak geçmişe dönük biraz politik magazin haberleri vereyim.
10 Aralık’çı Süleyman Çelebi, CHP milletvekili olduktan sonra aynı ekipten olan Oğuz Kağan Salıcı’ya yardım elini uzatması için Salıcı’yı, iş insanı Mehmet Karasu’ya gönderiyor. Mehmet Karasu’da iş adamı, Türkiye İhracatçılar Meclisi eski Başkanı, AKP Bakırköy Belediye Başkan Adayı Oğuz Satıcı’ya gönderiyor. “ Ne alaka? CHP ile AKP’nin bu işle ne ilgisi olabilir?” demeyin, Türkiye’de siyaset böyle kotarılıyor işte. 2010 yılında Taraf Gazetesi köşe yazarı Halil Berktay’a gönderdiği açıklamada: “Atatürk tartışılmaz diye son derece saçma bir görüşüm hiçbir zaman olmadı.” diyen Oğuz Kağan Salıcı’nın değerini, bilenler bilir. Oğuz Satıcı da Nebil İlseven’e rica edince Oğuz Kağan Salıcı, Nebil İlseven’in listesinden CHP İstanbul İl Yönetimi’ne giriyor. Erdoğan Toprak’la Gürsel Tekin arasında süren İstanbul kavgasında Gürsel Tekin kaybedince Oğuz Kağan Salıcı da İstanbul İl Başkanı olarak atanıyor.
Büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Gürsel Tekin oturup Kılıçdaroğlu’na bir mektup yazıyor. Mektubunda, “ AKP başka bir Türkiye kuruyor. Sürece müdahale edilmiyor. Genel Merkezde bir çete var ve lütfen bu çeteyi dağıtın. Bu partiyi eğer Erdoğan Toprak ve Gürsel Erol gibi isimlerle yönetecekseniz, beni arada maydanoz yapmayın.” diyor. Gürsel Tekin, Genel Merkez’de kotarılan Amerikan Salatası’na maydonoz mu oldu, dereotu mu oldu bilinmez ama CHP Genel Merkezi’nde çetenin olduğu görüşünü Muharrem İnce ve birçoklarınca dillendirmeye başlandı.
2009 Tarihinde kurulan Toplumsal Bellek Platformu üyeleri 10 Şubat 2010 tarihli Zaman Gazetesi’ne verdikleri demeçlerle ön sayfada yer almışlardı. Şöyle diyorlardı:
İlk kez içimizde sakladığımız duyguları paylaşıyoruz. Acının ortak paydasında buluşma ailelerin kendilerini yalnız hissetmediğinin göstergesidir.
Canan Kaftancıoğlu
Davalar zaman aşımına uğratıldı, gereken cezalar verilmedi ve katiller himaye edildi. Bugünleri görebilmek için 30 yıl acı çektik.
Sendikacı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan
Bu dosyalar 3 yıldır hep bir duvara çarpıyor. Bugün kozmik odaya giriliyorsa Türkiye yol almıştır. Bunları konuşmanın zamanıdır.
Savcı Doğan Öz’ün eşi Sezen Öz
Siyasi cinayetlerle yakınlarını yitiren insanların diğer insanlardan daha fazla bilinçli olması gerekmez mi? Babalarının, eşlerinin katillerini, katillerle birlikte aramaları ne kadar acı verici bir durum. Daha çok değil, 8-10 yıl önce Sosyalistlerimiz, Atatürkçülerimiz FETÖ ile el ele tutuşup kahramanca “demokrasi” mücadelesi veriyorlardı.