Medya

Kasabın bıçağını yalayan koyunlar

Egemen güçler, daha 1945’de Türkiye’nin rotasını ‘şeriat’ olarak belirlemişlerdi.

Nefes gazetesinin internet sayfasında Mahmut Aydın – Tarık Işık imzalı ve “Egemen Bağış yeni görev mi istiyor?” başlıklı yazıyla ilgili olarak görüşümü açıklama zorunluluğu hissettim.

Adlarını andığım gazeteci arkadaşlar, “Duvarların Dili Olsa” başlığı altında ‘televizyon ekranlarına, gazete haberlerine yansımayan detaylarla Türk demokrasisinin şah damarı TBMM’ye farklı bir pencere açmayı’ hedeflediklerini belirtmişler.


Yazının başına, kapak olarak aşağıdaki fotoğrafı koymuşlar.

2003 yılında Beyaz Saray’da Erdoğan ve George W. Bush ekipleri, gayet samimi bir ortamda görüşüyorlar.

Bütün yüzler gülüyor.

Herkes mutlu, herkes neşeli…

Amerikan ekibinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice var.

Erdoğan’ın ekibinde ise Egemen Bağış, Ömer Çelik, Mücahit Aslan ve Cüneyt Zapsu yer alıyor.

Egemen Bağış, Başkanların söylediklerinin birini bile kaçırmadan tarihe kayıt düşerken o da gülümsüyor.

Egemen Bağış’ın adını duyduğumda, resmini her gördüğümde dünyaca ünlü “Bakara-makara” sözleri ve Yalçın Hoca’nın onunla ilgili olarak “kripto Yahudidir.” saptaması geliyor.

Fotoğrafta yer alan kişilerle ilgili olarak söylenecek çok şey var ama benim asıl üstünde durmak istediğim gazeteci arkadaşların kaleme aldıkları yazının “Tarihin cilvesi” adlı bölümüdür.

“Tarihin cilvesi” bölümü; CHP’nin Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır’a ayrılmış.

Ali Mahir Başarır’ı siz de tanırsınız sanırım.

Yüksek perdeden yaptığı konuşmalarıyla, “Saray rejimi” vurgusuyla ve Erdoğan’a yönelik olarak ağır eleştirileriyle tanınan birisidir.

Meclis’te yaptığı ateşli konuşmalarıyla AKP Milletvekillerinin sinirlerini bozmasıyla ünlüdür.

Ateşli nutuklar, parmak sallamalar, Saray’daki adam için söylenen sivri kelimeler bir insanı devrimci kılar mı?

Bence kılmaz.

Yazıyı yazan arkadaşlar, Ali Mahir Başarır’ın düşünce yapısının hastalıklı bölümüne ışık tutmuşlar.

Haydi birlikte bakalım.

1990’lı yılların sonuna doğru, 28 Şubat günleri…

Ali Mahir Başarır, Hukuk Fakültesinde okuyan bir öğrencidir.

Ta 1945’de egemen güçler Türkiye’nin rotasını, şeriat olarak belirlemişlerdi.

O tarihten itibaren Türkiye, adım adım, yavaş yavaş dönüştürüldü.

Varılacak yer olarak şeriat belirlenmiş ama dinci kesim içinde Batı, siyonizm karşıtları ile işbirlikçi olanlar yan yana duruyorlar.

Karşıt olanlar tecrit edilip işbirlikçilerin iktidara taşınması gerekiyor.

Onun için 28 Şubat Postmodern Darbe yapılarak ayrıştırma işlemi başlatıldı.

Üniversitelere türbanla giriş yasaklandı.

Yasak kararına karşı türbanlı kızlar, kadınlar, adamlar sokaklara dökülerek “Türbana özgürlük” gösterileri yapmaya başladılar.

Dinciler, muhafazakarlar sokaklarda “özgürlük” şarkıları söylerken sol ise olan biteni evin balkonundan seyrediyordu.

Çünkü, 1980’de kötü bir dayak yiyen sol, uslanarak sistem içine entegre olmuştu.

Artık söylemlerinde emperyalizmin, burjuvazinin ona öğrettiği çok kültürlülük kapsamında mikro milliyetçiliğin erdemlerini, post modernizmin bir unsuru olarak mezhepçiliği yeni yeni keşfetmeye başlamıştı.

Laikliği kimse ağzına almıyor, aksine tarikatlarınve cemaatlerinbir sivil toplum kuruluşu oldukları yazılıp çiziliyordu.

Bu hastalıklı fikirler; Birikim ve ÖDP çevrelerinden tüm sol örgütlerin üstüne boca ediliyordu.

Abdurrahman Dilipak ve solu temsilen Şanar Yurdatapan ortak basın açıklaması yapıyor hatta erkek olarak Şanar Yurdatapan, aynı İmam Hatipliler gibi başına türban takıp yürüyordu.

Bu gösteriler, basında yer alıyor ve Kemalist, solcu gençlerin beyni; Volter’e ait olduğu söylenen “Senin fikrine katılmıyorum ama senin özgürlüğün için kellemi vermeye hazırım” safsatalarıyla dolduruluyordu.

Ünlü köşe yazarları, akademisyenler de bu şarkıları söylüyorlardı.

İstanbul Üniversitesi’nde türbanlı kızları ikna etmeye çalışan Nur Serter gibi hocalar, Hitler’in Gestapo şeflerine benzetiliyordu.

İşte bu ideolojik ortamda solcu üniversiteli gençler,şeriat özlemcilerinin düzenledikleri “türbana özgürlük” gösterilerinde isteyerek, can-ı gönülden yer aldılar.

Ali Mahir Başarır da bu dolmaları yutmuş bir genç olarak eylemlerde yerini aldı, “Başörtüsüne özgürlük!” diye bağırdı ve gösterilerin birinde polis tarafından gözaltına alındı.

Peki onu karakolda polisin elinden kim kurtardı dersiniz?

O dönemde avukat olan şimdinin AKP TBMM Grup Başkanı Abdullah Güler.

Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat anlayışı, Erbakan’da temsil edilen Batı karşıtları ekip tecrit edildiğinde ve işbirlikçilerin önü açıldığında hemen sona erdi.

Milli Görüş gömleğini çıkarıp işbirlikçi tulumu giyenlerin önleri açıldı.

Üniversitelerden sonra kamuda çalışan kadınların başına da türban geçirildi.

Şimdi 3 yaşındaki bebeler de türban takmaya başladılar.

Eğitimin içeriği dinselleştirildi, okullarda tarikatların mutlak egemenliği sağlandı.

Artık tüm okullar birer İmam Hatiptir.

Ali Mahir Başarır’la Abdullah Güler, bir araya geldiklerinde karakoldaki heyecan dolu günlerini yad ediyorlar mı acaba?

Ali Mahir, geçmiş mücadele dostuyla tokalaşırken diğer eliyle arkadaşının kolunu sıkarakBen bir zamanlar sizin özgürlüğünüz için de mücadele ettim. Buna sen de tanıksın.” diyerek böbürleniyor mu acaba?

Abdullah Güler de içinden “enayi” diye geçirirken dıştan gülerek “Haaa! Evet, öyle olmuştu gerçekten.diyor mu?

O dönemin solcuları, bütün güçleriyle şeriatçı değirmene su taşırlarken karşı çıkanlara “Gericiler! Özgürlük, başkalarına da ait olan bir kavramdır. Bunu bir türlü öğrenemediniz gitti. diyerek kendilerini yok edecek güce omuz vermişlerdi.

Şimdi 2025 yılındayız.

Şu anda ümmetçiler, iktidar gücünü kullanarak eski döneme ait tüm kurumları tasfiye etme harekatını başlattılar.

CHP, yok edilecekler listesinin en başında alıyor.

Türban eylemlerinde yer alan solcularından bazıları, o dönemde yaptıklarının çok doğru olduğunu bugün de ısrarla savunuyorlar.

Ah! Aptal solculuk!

Aptallığınıza doymayın!

İran’da Şah’ın devrilmesi için Mollalarla işbirliği yapan TUDEH üyesi 150 bin komünisti Humeyni taraftarları, vinçlerin ucunda meydanlarda idam etmişlerdi.

Başkalarının deneyimlerinden gerekli dersleri çıkarıp kendi hayatına uygulamayanlara ne dendiğini, Ali Mahir Başarır gibi düşünenler söylesin.


Gelelim ikinci bölüme…

Asıl faşistler” kim?” bölümü üstünde de durmak istiyorum.

Meclis’in arka sıralarının olduğu bölüme, Milletvekillerince yayla dendiğini arkadaşların yazısından öğrendim.

Milletvekillerinin, yaylaya çıkıp biraz stres attıkları bir zamanda bazı MHPli vekiller, DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar’a “Yıllarca bize faşist dedin. Ama şimdi aynı çizgideyiz.” diyerek takılınca o da İYİ Parti Milletvekillerinin olduğu sıraları göstererek “Asıl faşistler burada. Sürece karşı çıkıyorlar.” diyerek karşılık vermiş.

Cengiz Çandar, deyip geçmeyin.

Çok önemli bir şahsiyettir.

Pentagon’da çok özel toplantılara katılabilen siyaset dünyasında yeri doldurulamayacak birisidir.

DEM Parti Milletvekili olması, PKK’nın Avrupa kanadının bastırması sonucunda gerçekleşmiştir.

Cengiz Çandar, DEM Parti içindeki Amerika’nın sesidir.

O yüzden olsa gerek Abdullah Öcalan görüşmek istediği kişiler olarak Cengiz Çandar’la Hasan Cemal’in adlarını saydı.

Bu şahsiyetler, Türkiye’de Kemalizmin amansız düşmanları, Amerika’nın siyasi uzantıları olarak konuşurlar.

Bilinenin aksine Türkiye’de siyasal kavramların içeriğini her zaman Amerika belirler.

Cengiz Çandar, MHP’yi faşistlikten çıkarıp İYİ Parti’nin üstüne attıysa bir bildiği vardır.

Türkiye’de 70 yıldır faşizm kavramı, Kürtlere bakılarak belirleniyor.

Bir siyasal hareket Kürt taleplerine karşı çıkıyorsa faşisttir.

Ağzınla kuş da tutsan da bu ithamdan bir türlü kurtulamazsın.

MHP de bunu görerek, APO güzellemeleri yaparak bu zor durumdan kurtuldu.

Şimdi MHP’ye “faşist” diyen bir Allah’ın kulu kaldı mı?

Kalmadı.

Şimdi, ilerici, solcu çevreler MHP’yi koyacak bir yer bulamıyorlar.

Şimdi MHP çok değerlidir.

Darısı İYİ Parti Milletvekillerine…

Onlar da MHP’nin gittiği yoldan giderek ırkçılıktan, faşistlikten tez zamanda kurtulabilirler.

Açılıma takoz koyacak güç kalmayınca da “Gazi Meclis”de federasyonun yolunu açarak Kürtlere bir bayrak hediye ederler inşallah!

“Yahu! Faşizm finans kapitalin en kanlı diktatörlüğüdür. Faşizm; kapitalizmin kitleleri yönetemez duruma geldiğinde başvurduğu kanlı bir yöntemdir. Kapitalizmin en azgın halidir.” gibisinden beyninde eski düşünceleri taşıyan kişilere acırım doğrusu.

Türkiye’de milliyetçilik, devrimcilik, solculuk, Atatürkçülük her zaman Kürtlere bakılarak belirlenir ve ayarlanır.

Aksini düşünen varsa çıksın ortaya.

Türkiye’de Batı merkezlerinde üretilen düşüncelere, siyonizme kim karşı çıkarsa o azgın bir faşisttir.

Gerisi laf-ı güzaftır.

Yazar hakkında

Yağmur Bayraktar

Yorum bırak

8  ×    =  48

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.