Sol Haber sitesinde gezinirken bu yazıyı yazmama neden olan bir haber, dikkatimi çekti.
Haberin başlığında “DEM milletvekili Önder, 1923’te kurulan Cumhuriyet’i ‘Allah’ı silmek’ ve ‘kendisini Allah’la bir tutmak’la eleştirdi, şeriata kıyasla kötü yönleri olduğunu yazdı.” diyor.
Başlığı okuyunca ‘Nasıl yani…Cumhuriyet Allah’ı nasıl sildi?’ gibi sorular aklıma gelmeye başladı.
Haberin tümünü okuyunca Sırrı Süreyya Önder’in , 24. 12. 2024 tarihinde T24’te bir yazı kaleme aldığını ve “Allahsız Cumhuriyet” teziyle ilgili düşüncelerini de bu yazıda savunduğunu öğrendim.
Şimdiye kadar Cumhuriyet’le ilgili olarak çok şeyler yazılıp çizildi. 1923’te kurulan yeni rejime sağ ve sol cenahtan ağır eleştiri okları atanlar ve onu faşizmin kurumsallaştırıldığı ilk devletlerden biri olarak ilan edenler bile oldu.
Sırrı Süreyya Önder, “Yazı-Tura: Bu toprağın bütün evlatları birbirini gözünden sevmeye başlayacak…” başlıklı bir yazı yazmış.
Yönetmen Uğur Yücel’in 2004 yılı yapımı olan “Yazı Tura” filmi, yazının temasını oluşturmuş. Filmin değerlendirmesini yazının sonuna bırakarak Önder’in şu “Allahsız” iddiasıyla işe başlayalım. Önder, “had, hudut” gibi sözcüklerin anlamlarından yola çıkarak şöyle demiş:
Benim yandığım şudur: Bu ülkenin yenisi kurulurken şöyle olmuş: Allah, her alandan haşa silinirken devlet kendisini Allah’ın yerine koymuş ve kendisine karşı işlenen suçlar için kendisini Allah ile bir tutup had çizmiştir. İşte bu çizgi, yeni devletin çizgisi, İslam hukukundakinin aksine, önceden görülebilir, bilinebilir bir şey değildir. İşte kendi haddini bilemeyen devletimizin,haddini/çizgisini aştığını fark etmenin tek yolu da haddi aşmaktır. Aşmadan önce çizilmiş somut hiçbir uyarı ya da tarif yoktur. Bir şey yapıp aşarsanız ve aştığınızı devlet size bir daha asla unutamayacağınız bir şekilde hatırlatır. Ermeni diyecekseniz mezalimini, Kürt diyecekseniz bölücülüğünü, Yunan diyecekseniz kahpeliğini, Arap diyecekseniz arkamızdan vurmuşluğunu anlatabilirsiniz ancak. Bu tarifin içine girmeyen her şey ‘Had’din konusudur. İşte Yazı Tura filmi bu haddi aşmış ve bedeli Uğur Yücel’e yıllarca görünür görünmez yolarla ödetilmiştir…
Uğur Yücel’in 2004 yılında çektiği “Yazı Tura” filmi, Sırrı Süreyya Önder’in deyimiyle Cumhuriyet’in “Bölücü Kürt ve Kahpe Yunan” söylemine karşı bir duruşu ifade etmiş. Çevrilen film üzerinden Uğur Yücel’e olmayan bir bir mağduriyet çıkaran Önder, dönemin ruhuna uygun gördüğü filmi 20 yıl öncesinden bulup çıkararak kendi tezlerine dayanak yapmış.
Şimdiki dönem; 100 yıllık Cumhuriyet’le hesaplaşma dönemidir.
Şimdiki dönem; Orta Doğu’ya emperyalizmin ve siyonizmin çıkarları doğrultusunda sekil verme dönemidir.
Şimdiki dönem; aydınlanma, ulus devlet, laiklik, çağdaşlık, özgür bir birey olma ile hesaplaşma günüdür.
Şimdiki dönem; dinin yüceltildiği, halifeliğin, ümmet fikrinin kutsandığı, postmodernizmin öne çıkarıldığı bir dönemdir.
Şimdiki dönem; etnik milliyetçiliğin, mezhepçiliğin değer bilindiği bir dönemdir.
İşte bu yüzden 1. Kürt açılımı döneminin kahramanı olan Önder, 2. Kürt açılımının yollarını döşemek ve “Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın yeni paradigması”nda rol kapmak için herkesin yaptığını yaparak Cumhuriyet’e saldırıyor.
Bağrı yanık Önder, eleştiri oklarını fırlatırken en sağcı, dinci bir mevzide konumlanarak şeriatçıların bile söylemediği bir tarzda Cumhuriyet’i “Allah’ı silmekle suçluyor. Güya Cumhuriyet, bir yandan Allah’ı silerken diğer yandan da Allah rolüne bürünerek vatandaşlarına istediği doğrultuda bir kader biçmiş.
Bu laflarda, Cumhuriyet’e karşı yapılan Fesli Deli Kadir tarzı eleştiriler görüyoruz.
Ya da Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin deli sayıklamalarını…
İslam hukukunu olumlayarak Cumhuriyet’in karşısında yer alan Önder, laikliğin de düşmanıdır. O da önderi Öcalan gibi laik, üniter bir devlete düşman olarak feodalizmin safsatalarını savunuyor.
Daha birkaç gün önce DEM Parti Tunceli Milletvekili Ayten Kordu, Şeyh Sait ve Seyit Rıza için TBMM’ye verdiği 7 maddelik kanun teklifinde “İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp cezalandırılan Seyyid Rıza, Said-i Kürdi gibi kişilerin cenazelerinin mirasçılarına verilmesini ve devletin bu kişilerden özür dileyerek tazminat ödemesini” istedi.
DEM Partinin yanı Cumhuriyet’e karşı ayaklanan ve ona kurşun sıkan Seyh Saitlerin, Seyid Rızaların yanıdır.
Cumhuriyet, “Allah’lığa soyunarak herkese bir had çizmiş ve bu haddin dışına çıkanları da cezalandırmış.
Sırrı Süreyya Önder oturmuş buna hayıflanıyor.
Bu saçma sapan lafları eden Önder’in dünya devrim yasalarından, sosyolojik gerçeklerden haberi yok desem onun sanatçılığına, yazarlığına, solculuğuna halel gelecek.
Etnik milliyetçiliğin gözlüklerini takan Önder, her şeyi Kürt milliyetçiliğinin yararı açısından mevzilendirerek gerçekleri ters yüz ediyor.
Ayrılıkçı Kürtlerin dillerine doladıkları eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları” gibi kavramlar, gökyüzünden yeryüzüne ilahlar tarafından gönderilmedi. Bu kavramlar, Fransız Devrimi’nin temel sloganları ve aynı zamanda kavramlarıydılar. Fransız halkı, “Güneşin Oğlu” denilen saray soytarılarının elinden iktidarı alarak onları cezalandırdılar. İktidar; göksel olandan, saraydan zorla alınırken onların destekçisi olan kilise de laiklikle cezalandırıldı. Fransa’nın o çalkantılı yıllarında 170 binden fazla insanın başı giyotinle uçuruldu. 1792 ile 1815 yılları arasında 5 milyondan fazla insan hayatını yitirdi. Devrimin o çalkantılı yıllarında Önder’in deyimiyle Kim had belirledi? Kim Allahlık yaptı? Devrimi yapan bazı liderler bile başlarını giyotinden kurtaramadılar.
Devrim bir “had” koyma sanatıdır.
Aklını feodalizmin değerleriyle (!) bozmuş olan Önder, bugün herkesin sahip çıkıp diline doladığı “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” gibi Fransız Devriminden bize miras kalmış sloganları, aklınca Cumhuriyet devrimine karşı kullanmaya çalışıyor.
1923’teki devrim de bir Türk Devrimiydi.
Bu devrim, yüzlerce yıllık Osmanlı Hanedanının elinden iktidarı alarak ulusa verdi.
İktidardaki Kemalist yönetimi devirmek için çıkarılan 28 tane Kürt isyanıyla da uğraşmak zorunda kaldı bu Cumhuriyet.
Tekkeler, zaviyeler kapatılarak dinci gericiliğin halkın dini duygularını istismar etmesi engellendi.
Toplumsal değişim dönüşüm hamlelerine karşı Meclis’te ve sokakta bir direnç oluştu.
Cumhuriyet’in ilanına karşı çıkanları ima eden Mustafa Kemal, “Bu Meclis’te çok kelleler uçacak.” lafını boşuna söylenmedi.
Şapka Kanunu gerekçe yapan gerici ayaklanmalarda onlarca kişi ipi boyladı.
Sırrı Süreyya Önder, 1925li yıllarda yaşasaydı bu düşünceyle Şeyh Ahmet Efendilerin yanında yer alırdı muhakkak.
Cumhuriyet’i kuran irade, Önder’in ifadesiyle biraz Allahlık yapmıştır.
Her devrimin temel kuralı budur.
Önder, bu kuralı kabulleneceğine karşı çıkarak feodalizmin yanında yer alıyor.
Batı dünyasından Kemalizme yöneltilen en büyük eleştirilerden birisi de onun Jakoben olmasıdır.
Dünya burjuvazisi iktidarı ele geçirip gericileştikten sonra Jakobenlerin iktidarda olduğu dönemi, devrimin en büyük “Terör Dönemi” olarak adlandırdılar.
Bugünün Batılı politikacıları da Kemalistleri, iktidarı ele geçirerek halka zorla bazı siyasal dayatmalarda bulunmakla eleştiriyorlar. Kemalist yönetim; halk istemediği halde padişahlığı kaldırmış, laikliği, medeni kanunu, yeni alfabeyi getirmiş, halifeliği kaldırmış ve buna benzer bir sürü şey gerçekleştirmiş.
Evet! Kemalistler bunları halka sorsaydılar halk bunların hiçbirini istemezdi.
Devrimlerin hiçbiri gerçekleşmezdi.
Bugün ise aklı başında olan hiç kimse bunları tartışmadığı gibi milyonlarca kişi Türk devriminin önderine bugün daha fazla sahip çıkıyor.
Atatürk’ü Jakobenlikle suçlayan Batılı politikacılara Ermeni Daron Acemoğlu da katıldı.
O da Batılı politikacılar gibi Atatürk’ü diktatörlükle, demokrasiyi uygulamamakla ve halka rağmen bazı devrimleri yapmakla suçladı.
Sırrı Süreyya Önder de bir adım daha ileri giderek Cumhuriyeti kuranları Allahlık yapmakla suçluyor.
Ya 1917 Ekim Devriminde ne oldu?
Devrimin önderi Bolşeviklerin bir sene sonra, beş sene sonra ne olacağına dair bir öngörüleri var mıydı acaba?
Bolşevikler 1920’li yıllarda Alman devriminin olacağına çok inanıyorlardı ama hayat onlara beklediklerini vermedi.
1928 yılında Stalin’e karşı örgütlenen Troçkist Sol Muhalefet’in başına gelenler herkesin malumudur.
Stalin, iktidarını 1930’larda sağlama aldıktan sonra milyonlarca insanı yok ederek Allahlık yaptı, “had” koydu.
Stalin’in kasaplığını onaylamasak da devrimin yasalarından birisi de yıkarak yeni bir şey inşa ederken iktidardakilerin Allahlığa soyunmasıdır.
İran’daki devrimden sonra iktidarı ele geçiren Mollalar da Allahlık yaparak “had” çizmişlerdir.
Sol basında Sırrı Süreyya Önder’in Cumhuriyet’le ilgili olarak “Allahlık” suçlamasına alıntı yaptığı halde eleştirmeyen Atatürkçülerin bu tutumunu da Kürt çevrelerinden korkmalarına yoruyorum.
Gelelim Yazı Tura filmine…
Sırrı Süreyya Önder, bu filmi öve öve bitiremiyor.
2004 yılında Altın Portakal Film Festivali Jürisi de aynı Önder gibi düşünerek; En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Kurgu, En İyi Müzik Ödülü, En İyi Makyaj ve Saç, En İyi Kostüm Tasarım ve En İyi Miksaj ödülleri aldı.
Ayrıca Ankara’da yapılan Film Festivalindeki ödülleri de topladı.
Bu kadar ödülü toplayan bir filmin kötü olması hiç düşünülebilir mi?
Bugünün sanat piyasasında bu kadar ödülü toplamış bir filmi eleştirmek kelimenin tam anlamıyla delilik veya cehalet örneği olarak tanımlansa da ben elime mızrağımı alarak yel değirmenlerine karşı hücuma geçiyorum.
Filmi eleştirmeden önce bir durum tespiti yapmak her şeyden önemlidir.
Bugün Türkiye’de sanat piyasası; Kürk ve Ermeni gibi etnik milliyetçilerin hegemonyası altındadır.
Bu oligarşik güç, aynı zamanda sanatın değerlerini de belirleyerek kendilerinin onaylamadıkları hiçbir yapıta onay vermiyorlar. Film,dizi, müzik sektörleri, sanatın tüm alanları onların kontrolleri altındadır. Kendilerinden olmayan ve onların önemsediklerini eleştirenler, aforoz edilerek cüzzamlılar adasına atılıyor. Dilleri saldırgan ve çirkeftir. Karşı çıkanları ırkçılıkla ve faşistlikle suçlarlar. Kendilerinin ürettikleri eserleri de koyacak bir yer bulamazlar.
Yazı Tura filmi de onlardan birisidir.
Kürt açılımının amaçlarına uyun olduğu için Önder de onu geçmişten çekip bu günlere getirerek Cumhuriyet’e saldırının bir unsuru haline getiriyor. Önder, “Ermeni diyecekseniz mezalimini, Kürt diyecekseniz bölücülüğünü, Yunan diyecekseniz kahpeliğini…” diye bir tespitte bulunuyor ya, Yazı Tura filmi de bu tezi boşa çıkarmaya yeltenen bir film olmuş. Oyuncu ve yapımcı kadrosuyla bir Kürt -Yunan filmi ortaya çıkmış. Bir senarist, yönetmen olarak Uğur Yücel’in “bir İstanbul beyefendisi” olduğunun altını sık sık çizen Önder, Uğur Yücel’in aslında Vanlı olduğunu niye gizliyor acaba? Vanlı olduğunu söylediğinde iflah olmaz bir Kürt milliyetçisi olduğu ortaya çıkar gibi bir endişeye mi kapılıyor? “İstanbul beyefendileri” her zaman gerçeğin yanında mı yer alıyorlar?
Uğur Yücel, bir “Van beyefendisi” olarak kafasındaki ideolojisine uygun bir öykü yazarak bunun filmini çekmiş. Film baştan sona Kürtçü etnik milliyetçi tezleri kanıtlama derdine düşerek filmin kahramanlarını eğip bükerek olaylar örgüsünü televizyondaki Kürt dizilerine benzetmiş. Filmin birinci bölümünde yer alan Rıdvan, Orta Anadolu’da Göreme’de yaşayan bir genç olarak askere gider ve mayına basarak bir bacağını yitirir. Liseden kız arkadaşı olan Elif, bu kez karşısına PKK militanı olarak çıkar. Rıdvan, çatışmada öldürülen kadın militanın Elif olduğunu sütyeninde sakladığı birlikte çektirdikleri fotoğrafı bulunca anlar. Bir araya gelme şansının milyonda bir olduğu koşullarda senarist, canının istediğini – dramatik bir sahne yaratma uğruna- bir araya getirince inandırıcılığını da yitirmiş. Uğur Yücel, oynadığı “Arabesk” filminin etkisinde kaldı herhalde…
Arabesk filmi içinde bir tutarlılığı olan mucizevi olaylar, bir siyasal filmde tekrarlanınca ortaya bir siyasal arabesk film çıkmış.
Rıdvan’ın askerlik sonrası hayatı tam bir cehennem…
Nereye elini atsa dökülüyor.
Vatan için bacağından olan Rıdvan, memleketine dönünce insanların maskarası olmuş, çıkmış.
Sözlüsünü de bir arkadaşına kaptıran Rıdvan için tek kurtuluş yolu intihar etmek.
Bütün umutlarını yitiren ve bir çıkış yolu bulamayan Rıdvan, ağzına silahını dayayarak varlığına son veriyor.
Filmin seyirciye verdiği mesaj; Kürt silahlı hareketine karşı mücadele, beyhude bir çabadır. Buna yeltenenlerin sonu toplumdan dışlanmak, bunalım ve intihardır.
Sırrı Süreyya Önder’in hoşuna giden filmin seyirciye verdiği mesaj budur.
Filmin ikinci bölümünde Cevher çıkar sahneye, Cevher, askerliği döneminde çatışma alanlarında psikolojisi bozulmuş ve bir kulağı sağır olmuş olarak Beyoğlu’nun arka sokaklarına geri döner. Kimseyle doğru dürüst bir ilişki kuramadan fahişelerin, pezevenklerin, eşcinsellerin yalan dünyasında gezinir durur. Filmin içine Marmara depremi ile birlikte Yunanistan’dan bir anne ve escinsel bir abi girer. Yunan anne, doğrunun temsilcisi olarak kafalardaki “Kahpe Yunan” imajını yerle bir ederken “İbne Abi” de Cevher’e bir insanlık dersi verir. Filmin kahramanı Cevher, gecenin ilerlemiş saatlerinde sokak serserilerinin saldırısına uğrayan “İbne” abiyi kurtarırken saldırganlardan 3-4 kişiyi hunharca katleder ve bilinmezlere doğru yol alır.
Filmde Rıdvan’ın annesinden başka olumlu bir karakter yok.
Türkler; cahil, zorba, değer bilmez, çıkarcı olarak filmde yer almışlar. “Askerlik ise, gençlerin bu durumlarını daha da pekiştiren, toplumsal barışı dinamitleyen bir kurum olarak çürümüştür.” mesajını veriyor seyirciye.
Uğur Yücel ve bir sürü Kürt yönetmenin akıllarına, çatışmalarda kolunu bacağını yitirip bunalımlara giren Kürt gençlerinin duygularını yansıtan bir film çekmek neden hiç gelmiyor?
Böyle bir filmin Antalya Film Festivali’den ödül alması bir yana, yarışma listesine girme şansı var mıdır acaba?
Bence milyonda bir olsa bile yoktur.
Böyle bir film, yılgınlık ve umutsuzluk aşıladığından dolayı lanetlidir.
Peki tersten Kürde çekilemeyen bir film, Türk’e neden durmadan çekilip, çekilip gösteriliyor ve ödüller dağıtılıyor?
İşte günün can alıcı sorusu budur.
Bu sorunun doğru yanıtını verebilirsek doğru yolda bir adım atmış oluruz.