“Eller, hepsi de beşer tane parmaktan,
Eller, türlü türlü.. yaşamaktan.
Boynu bükük eller, dizlerin üstünde,
İster bir yabancının, ister kardeşimin de!
Eller, göbek üstünde, yok bir şey umurunda.
Ellikten çıkmış eller, ekmek uğrunda.
Derileri soyulanlar çamaşırdan.
Eller, avuç içleri nasırdan.
Karımınkiler öylesine, çocuğuma bakmaktan,
Tahta ovmak, sabah karanlığı ateş yakmaktan.
...”
Ziya Osman Saba, bir şiirinde elleri böyle anlatıyor.
Can Yücel de “El Tutuşa Tutuşa” şiirinde şöyle diyor:
El Tutuşa Tutuşa
Ne kadar çok elimiz varmış meğer
İlkin, senin elinle tutuşan benimki
Sonra çocuklarınki
Gençlerinki
Tekel işçilerininki
Sonra ellerin elleri...
Ne kadar çok elimiz oldu baksana
Tutuşa tutuşa
Bir orman yangını gibi
Son olarak da Nazım Hikmet’in eller konusunda ne dediğine bakalım:
Elleriniz ve Yalana Dair
Bütün taşlar gibi vakarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen elleriniz.
Arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.
...
Alman filozof Kant, “Eller, beynin uzantısıdır.” der. Bugün anladığımız anlamda ellerin, beynin uzantısı olması için milyonlarca yıl geçmesi gerekti. İnsanın evrimleşme sürecinde dört ayak üstünde hareket etmesini bırakarak iki ayak üstünde doğrulması için ayak ve el kemikleri; yürüme, koşma, dengede durma, bir nesneyi kavrama, tutma, atma eylemini yapabilecek şekilde değişim geçirdi. Bu arada son 150 bin yıla gelene kadar insan beyni büyümeye devam etti.
Beyin, el, ayak ve iskelet sistemi geliştikçe insanın doğa üstünde kurduğu egemenliği de arttı.
İnsanlar bu süreç içinde bir kıtadan diğerine yürüyerek gidebildi. Çevresindeki hayvanları avlayabilmek için taştan baltalar, mızraklar yaptı.
İnsan, iki eliyle ateşi kontrol edebildi.
Tekerleği icat etti.
Evler, barınaklar yaptı.
Korktuklarından korunmak için kendi elleriyle putlar yaptı.
Sonra onlara taptı.
Tapınaklar yaptı, onun içindeki heykellere inanmayanları yok etmeye çalıştı.
Kayık yaptı, gemi yaptı, dürbün yaptı, denizaltı yaptı, diğer insanları köleleştirmek için zincirler, yasalar yaptı. Yaptı da yaptı.
Geldik bugünlere…
Bir aydır Diyarbakır’ın Tavşantepe köyünde işlenen bir cinayeti konuşup duruyoruz.
Cinayetin işlenmesinin üstünden tam 32 gün geçti.
Türkiye’nin en ünlü polis şefleri, cinayet, adli tıp uzmanları, savcılar, politikacılar seferber oldular ve günler boyu örnekler aldılar, incelediler. Şüphelendikleri kişileri gözaltına aldılar, sorguladılar, sorguladılar.
Şüphe duyulan kişilerin sayısı 3’ü 5’i geçmiyordu.
Türkiye’nin en ünlü polis şeflerinin, adli tıp uzmanlarının, savcıların gücü, köydeki amcaya, anneye, babaya, oğula, yengeye yetmedi ve yenildiler.
Cinayetin üstünden bir ay geçmesine rağmen Türkiye’nin İçişleri Bakanı, soru soran gazetecilere ancak sus işareti yapabiliyor.
Her partiden politikacılar susuyor.
Sorumlu olanlar susarken bir başka birileri konuşuyorlar.
Aile içindeki ensest ilişkiler, cami imamının cep telefonundaki o köyden bazı kişilerin ve imamın yer aldığı grup seks haberleri, internette geziyor.
Fısıltı haberleri sadece cinsellikle sınırlı kalsa iyi, köyde Hizbullah’a ait silah deposu, tarikat, aşiret ilişkileri de ortalığa saçıldı.
Cinayetin türü, aile içinde işlenen bir töre cinayeti olarak kalsaydı suç çoktan aydınlatılmış olurdu ve iş bu kadar uzatılıp sürüncemede bırakılmazdı.
Demek ki, pislik o kadar iğrenç ve tiksindirici ki üstündeki kapak biraz aralansa koku ortalığa yayılacak ve tüm iğrençlik gün ışığına çıkacak.
Bu yüzden olsa gerek işin üstüne gidemiyorlar.
Narin’in cesedini alıp dere kıyısında su içine gömdüğünü söyleyen kişi, eve gittiğinde namaz kıldığını söylüyor.
O kişi, abdest alırken ellerine bulaşan kanı hangi suyla yıkadı acaba?
Alnı secdeye vardığında kendi kendine bir vicdan muhasebesi yapabildi mi?
Yoksa, ‘Cinayet ayrı, suça ortaklık ayrı, namaz ayrı’ diyerek ülkemizde yaygın olarak görülen din algısını, vicdanında aklayabildi mi?
Ziya Osman Saba’nın dediği gibi, “ eller var, çalışmaktan dolayı ellikten çıkmış nasırlı eller”
Eller var suça ortak olmuş, cesedi taşıyan ve üstüne kocaman taşlar yığan.
Eller var, “arı gibi hünerli ve hafif”
Eler var, susan, konuşmayan, pisliği örten…
Eler var, “sütlü memeler gibi yüklü, tabiat gibi cesur”
Eller var, aile içindeki birinin kalçalarına, bacak aralarına uzanan…
Eller var, “ aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen”
Eler var, gerçekler su üstüne çıkmasın diye dosyayı sümen altı eden…
Eller var, din diye kanlı ellerini göğe kaldıran…
Eller var, etkili, yetkili olarak suça ortak olan…
Nefes almasın diye küçük Narin’in ağzını burnunu kapatırken, narin boğazını sıkarken o kanlı eller, yuvalarından fırlamış gözlerde hayal kırıklığını, güvenin, sevginin yıkılışını da gördü mü acaba?
Mutlaka görmüşlerdir.
Görünce ne hissettiler acaba?
Türkiye’nin her yerinde, her gün bir sürü cinayet işleniyor. Tavşantepe köyünde işlenen cinayeti diğerlerinden farklı kılan şey, içinde yüzlerce yıllık feodal ilişkileri, dinci gericiliği, emperyalizm ve siyonizm ile iş tutan Kürt gericiliğini, onunla ittifak kurmuş Cumhuriyet düşmanı iktidarları içinde barındırıyor olmasıdır.
Birini tutup çekseniz,diğerleri de çorap söküğü gibi ardından gelecekler.
Bu yüzden onların tümü birbirlerine tutunarak, kenetlenerek varlıklarını sürdürüyorlar.
Onlar bir karabasan gibi yoksul Kürdün göğsüne oturmuş olarak kıpırdamasına, gözünü açmasına izin vermiyorlar.
Bu yüzden Narinler, Leylalar durmadan ölüyorlar ve kanlı eller; töre, aşiret sularıyla kirlerinden arındırılmaya çalışılıyor.
Yıllar geçse de, çağlar değişse de, gündelik hayatımıza teknolojinin en son ürünleri girse de insanlar arasındaki sömürü ilişkileri, çağ dışı inançlar hiç değişmeden varlıklarını sürdürüyorlar.
Uluslararası sistem ve ortakları, bu ilişkilerin bozulmasını ve ortadan kaldırılmasını hiç istemiyorlar ve kurtuluş reçetesi olarak insanların ellerine etnik ve dini bölünmeyi demokrasi paketine sarılmış olarak tutuşturuyorlar.
Sağda ve solda yer alan birçok politikacının önerdiği etnik ve dini çıkış yolları bizi ancak Lübnan’a, Irak’a ve Suriye’ye götürür.
Can Yücel’in söylediği gibikitleler, Cumhuriyet aydınlığının laik, demokratik, özgür aydınlığında yeniden buluştuğunda ve emekçi, nasırlı elleriyle emeğin Türkiye’sini kurduklarında bu kanlı düzen son bulabilir.
O zaman haydi, “el ele tutuşa tutuşa, bir orman yangını olmaya”…