AKP sözcülerinin uzun zamandır dile getirdikleri Sokak Hayvanları ile ilgili yasa tasarısını, Meclis gündemine getirmesiyle birlikte tartışmalar da başladı.
Hayvan haklarını savunan örgüt temsilcileri ve kitle örgütleri, açıklama yaparak tasarıyı şiddetli bir biçimde eleştirdiler ve tasarının karşısında olduklarını belirttiler.
Söz konusu kanun teklifiyle AKP iktidarının, “uyutma” laflarıyla milleti kandırarak tüm sokak hayvanlarını öldürmeyi hedeflediğini öne sürdüler.
Hayvan hakları ve sokak köpekleri konusunu Horozlu Ayna’da değişik zamanlarda ele alarak;
özellikle hayvan hakları konusunun, hayvan sevgisinden öte bir anlamı olduğunu ve sözcüleri tarafından gizlenmeye çalışılan tüketim toplumuyla, kapitalizmin hedefleriyle olan bağlantısını yazılarımızda örnekleriyle anlatmaya çalıştık. Konuyla ilgili olarak “Kedi, Köpek Sektörü” adlı son yazımda, tekelci sermayenin bu konuyu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirdiğini ve dünya çapında ev hayvanlarına bir yılda harcanan paranın 300 milyar dolara yaklaştığını belirtmiştim. Bu kadar büyük bir paranın ortada döndüğü koşullarda; sevgi, merhamet, kâr, yalan, zalimlik; gerçeklerin gizlendiği bir sis bulutu içinde kaybolur gider, kimin ne dediği, ne amaçla söylediği, ne yaptığı bilinmez olur.
Bugün Türkiye’ye baktığımızda diğer konularda olduğu gibi hayvan hakları konusunda da iki farklı cephenin oluştuğunu ve seçimlerde oluşan cepheyle, hayvan hakları cephesinin aynı bileşenlerden meydana geldiğini söyleyebiliriz.
Ülkemizde konuyla ilgili yapılan tartışmalar; sokakta yaşayan hayvanlar, daha özelde de sahipsiz köpekler üzerinden yürütülüyor. Söz konusu olan köpeklerin sayısının azaltılması ve kontrol altına alınmasıyla sorun çözülecek gibi sunuluyor. Oysa “Hayvan Hakları” konusu dünyada ve akademik çevrelerde daha farklı ele alınıp değerlendiriliyor. Bu konulara değinmeden önce insan – hayvan ilişkilerine kabaca bir göz atmanın sorunun anlaşılmasında yararı olacağına inanıyorum.
Tarihsel Süreç İçinde Hayvanların Evcilleştirilmesi
İnsanlar, var oldukları bu gezegende yaklaşık 2 milyon yıl, avcılık ve toplayıcılık yaparak beslenip hayatta kaldılar. İnsanın yaşayabilmesi için en gerekli gereksinimlerinden biri besindir. İnsanlar yaşadığı çevrede bulunan bitkilerin köklerini, meyvelerini toplayarak, hayvanları, balıkları avlayarak varlıklarını sürdürdüler. Yüz binlerce yıl süren bu avcılık ve toplayıcılık dönemi; M.Ö. 10. 000- 7.000 yılları arasında değişikliğe uğradı. Taş devrinde bitkileri toplama ve avlanmada kullanmak üzere kendilerine ağaçtan ve taştan aletler yaptılar. M.Ö. 12.000- 10.000 yıllarında yaşanan Buzul Çağı’nın sona ermesiyle iklimin değişime uğradı, otlakların azalıp ormanlık alanların çoğalması, insanların beslenmesini zorlaştırıcı bir etkide bulundu. Daha bol besin kaynaklarına ulaşmak için insanlar göç etmeye başladılar. Bitki ve hayvan çeşitliliğinin bol olduğu akarsu kıyılarına yerleşerek ilkel çapta ürün yetiştirdiler.
Mezolitik dönemde burnu iyi koku alan köpek, avlanmada yararlı olduğu için insan tarafından evcilleştirildi. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonunda Orta Doğu’da Bereketli Hilal denilen bölgede ilk tarım faaliyetlerinin başladığı belgelendi. Evcilleştirme, insanoğlunun çevresindeki canlılarla iyi ilişkiler geliştirmesinin sonucu olarak ortaya çıkmış olan bir olgudur. Bereketli Hilal’de M.Ö. 9.000’lerde önce koyun, keçi daha sonra da sığır evcilleştirildi. Orta Asya’da M.Ö. 5.000’lerde Türklerin ataları atı evcilleştirdiler. İnsanlar, evcilleştirdikleri hayvanların etinden, sütünden, derisinden, yününden ve gücünden yararlanmasını bildiler. Bu hayvanların evcileştirme işlemi, M.Ö. 2500 yıl önce Arap devesi ve çift hörgüçlü devenin evcilleştirilmesiyle süreç tamamlandı. En yaygın olarak; koyun, keçi, sığır, at, eşek, domuz, deve, lama, alpaka, ren geyiği, manda, yak, bali sığırı ve yaban sığırının insanlar tarafından evcilleştirildiği görülmektedir. Doğada yaşayan 148 memeli canlının 14 tanesi tarihi süreç içinde evcilleşerek, insan yaşamının ayrılmaz parçaları haline geldiler. Bu değerlendirmenin içinde kedi, tavuk, hindi, ördek gibi hayvanların yer almadığı, dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacaktır sanırım. Adı anılan hayvanların ilk çağlarda pek fazla bir ekonomik değeri olmadığından ve daha çok ailenin beslenmesindeki öneminden dolayı listeye alınmamıştır.
Hayvanlar, son 10 bin yıl içinde insan yaşamını derinden etkileyerek düşüncelerin oluşmasında, dinsel inanışlarında ve sosyal yaşam biçimlerinde derin izler bıraktılar. İlk Çağ tanrılarının bir çoğu hayvan görünümlü olup o hayvanın özelliklerini üstlerinde barındırırlar. Antik Mısır’da Gökyüzü Tanrısı Horus, şahin başlıdır. Bilgelik Tanrısı Thoth, iblis kuşu başlıdır. Mumyalama ve ölüm tanrısı Anibus, çakal başlıdır.
Köleci ve feodal üretim sürecinde hayvana olan bağımlılık, kapitalist dönemde hayvan gücünün yerini makinelerin almasıyla azalmış ve tarımsal üretimde çeşitlilik ve miktar, diğer dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde artmıştır. Endüstriyel üretim; üretim- pazarlama- tüketim zinciri oluşturarak insan beslenmesinin kontrolünü de tümüyle kapitalistlerin eline teslim etmiştir.
Kapitalist Sistemde Yeni Arayışlar
İşte bu noktada; 20. yüzyılda üretim, hayvan- insan ilişkileri, hayvan hakları, ekoloji, felsefe konuları daha fazla konuşulur oldu. Özellikle ekoloji ve derin ekoloji kavramlarının tartıştığımız hayvan hakları ile yakından ilişkili bir konu olduğu için bu konuya da kısaca değinmekte fayda var. Derin Ekoloji kavramını 1973 yılında ilk kez kullanan düşünür, Norveçli filozof Arne Næss’dir. 1960’lı 70’li yıllar, dünyada önemli değişimlerin yaşandığı ve sonuçlarının 2000’li yıllarda görüldüğü yıllardır. İnsanlığın cinsellik algısı, bu yıllarda değişime uğratıldı, feminizm dünya çapında örgütlenerek küresel kapitalizmin hizmetine bu yıllarda sunuldu. Artık bürokratik hantal bir devletler sistemine dönüşmüş olan sosyalist sistem, kendini üretemez hale gelmişti. Sovyetler Birliği’nin tasfiye edilerek kapitalist tek dünya devletinin kurulması kararı, İtalya’da Roma Kulübü’nde Sovyet yöneticilerle birlikte bu yıllarda alındı.
1968 yılında ilk resmi faaliyetlerine başlayan Roma Kulübü, İtalyan sanayici Aurelio Peccei’nin başkanlığında kuruldu ve dünyanın en ünlü ekonomistlerini, iş adamlarını, entelektüellerini, politikacılarını içinde barındırıyor. Kulüp; dünyadaki ekonomik sorunları, sosyolojik, siyasi ve çevresel sorunları irdeleyen araştırmalar yaparak küresel kapitalist akla önerilerde bulunmakla ünlüdür. Şimdiye değin 60’ın üstünde rapor yayımladılar. Bu raporların en ünlüsü “Büyümenin Sınırları” adlı rapordur. 1972 yılında hazırlanan bu rapora bugün bile atıf yapılmaktadır. 1970 yıllar, kapitalizmin dünya çapında geliştiği ve büyüme rakamlarının burjuvazinin yüzünde gülücüklerin oluşmasına neden olduğu yıllardı. Dünyanın en ünlü uzmanlarının imzasının bulunduğu rapor, kısaca dünya üzerinde olan kaynakların (tüm canlıların içinde yaşadığı küresel doğa sisteminin) dünyadaki olan nüfus artışı ve ekonomik büyüme oranlarının 2100 yılına gelindiğinde tıkanacağını öne sürüyordu. Teknolojinin en üst boyutta kullanıldığı koşularda bile sorunun çözülemeyeceğini söyleyerek sürdürebilinir kalkınma doğrultusunda küresel ısınma ve çevre sorunlarının giderilmesi ve nüfus artışının mutlaka kontrol altına alınarak azaltılması gibi bir dizi önerilerde bulunuyordu.
Derin Ekoloji kavramı da küresel kapitalizmin genel sorunlarını çözme doğrultusunda ortaya atılmış görüşlerden birisidir. Dünyada var olan zenginliklerin yüzde 99’unun, nüfusun yüzde birinin elinde olduğu gerçeğinden hareket ederek “Derin Ekoloji”nin insanlığın hangi sorununu çözeceğinin yanıtını iyi düşünmek gerekir.
Derin Ekoloji
Ekolojiyi canlıların çevreleriyle uyum içinde yaşamlarını sürdürmelerini inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlayabiliriz. Ekolojiyle yakından bağlantılı diğer bir kavram da ekosistemdir. Ekosistem ise, insan ve diğer canlıların birlikte, uyum ve denge içinde varlıklarını ve gelişmelerini sürdürebilmeleri için var olan koşulların tamamını içeren bir kavramdır. Ekosistemde tüm canlıların çevreleriyle uyumlu ve dengeli bir şekilde yaşaması önemlidir. Bu dengenin bozulması ekolojik dengenin de bozulmasına yol açar.
Bu genel doğruları ifade eden iki kavramın tanımını yaptıktan sonra 20. yüzyılda kapitalist üretimin dünya çapında yaygınlaşması; madenlerin Erzurum İliç’te olduğu gibi siyanürle çıkarılması, nükleer atıklar, fosil yakıtların yaygın olarak kullanılması, şehir atıkları, tarımda kullanılan DDT gibi ilaçlar gibi sayacağımız yüzlerce etkenle ekosistemdeki denge iyice bozuldu. Bu bozulmadaki en büyük etken hiç şüphesiz ki kapitalizmin daha fazla kâr etme isteğiyle dünyanın kaynaklarını yağmalanmasıydı.
Dünyada ortaya çıkan bu çevre sorunları karşısında herhangi bir sınıf ayrımı yapmayan ekolojistler, doğanın sömürülmesini azaltmanın yolu olarak daha insancıl buldukları küçük ölçekli teknolojinin kullanılması ve merkezi, kapsayıcı devlet modelinin yerine adem-i merkeziyetçiliğin uygulanması gerektiğini öne sürdüler. Merkezi devletin hiyerarşik yapısının kaldırılarak gücün, yerel iktidarlara verildiği koşullarda ekolojik sorunların azaltılacağını savundular. Kapitalizmin küreselleştiği ve burjuvazinin Tek Dünya Devleti kurma çalışmalarına hız verdiği koşullarda merkezi devletin inkar edilerek iktidarın yerele verilmesini savunmanın tek bir amacı vardı. O da, dünyadaki ulus devletlerin yıkılarak Tek dünya Devletine gidiş sürecini hızlandırmaktı. Batıda bu alanda ekolojik tezler geliştirenler daima ulus devleti oluşturan kolonlara saldırdılar.
Derin Ekoloji, kavramını ilk kez Arne Næss 1972 yılında ortaya atmıştı. Dünyada ortaya çıkan nükleer tehditler, doğal kaynakların vahşice tahrip edilmesi, iklim krizleri, yoksulluk gibi sorunların çözümü için derin ekoloji hareketi ortaya çıktı.
Derin Ekoloji Hareketini savunanlar, ekolojist olanları insan merkezli düşündüklerinden dolayı sorunları çözemediklerini öne sürdüler. Onlar, “İnsanın, doğadaki diğer canlılardan hiçbir farkı olmadığı gibi ekolojik sistemi, kendi lehine olarak diğer canlıların zarar göreceği bir biçimde bozmaya hakkı da yoktur. İnsan; kertenkele, kurbağa, balık, domuz, kuş, kedi, köpek gibi bu doğanın bir parçası olarak ancak onlar kadar eşit haklara sahiptir. İnsan ekosistemin efendisi değil onun sadece bir parçasıdır. İnsanın dışında kalan canlıların refahı için insan nüfusunun azaltılması gerekir.” diyorlar. Aşağıdaki çizelge, insanın konumunu diğer canlılarla olan bağlantısını göstermek için derin ekoloji taraftarınca tüm yazılarda kullanılıyor.
1970’li yıllardan sonra insanı; kertenkele, kurbağa, domuz, kuş, köpekle eşitleyen küresel burjuvazi, düşüncelerini insanlık içinde yaygınlaştırmak için örgütler kurarak yeni tezler piyasaya sürdü. Küresel çetenin ülkemiz içindeki uzantılarını ve savundukları tezlerin neler olduğunu önümüzdeki yazıda ele alıp değerlendireceğiz.