“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” başlıklı yazımda, küresel sermayenin toplumda var olan cinsellik ve cinsel kimlik algısını kökten değiştirerek insanlığı yeni bir kalıba dökme niyetinin teorik boyutunu ele alıp değerlendirmiştim ve “toplumsal cinsiyet” kavramı üstünden yürütülen kampanyanın, kadın hak mücadelesiyle herhangi bir bağının olmadığını, ısrarla belirtmiştim.
Yazının bu bölümünde ise Toplumsal Cinsiyet Eşitliği faaliyetlerinin eğitim kurumlarında, ailede ve toplumun değişik kesimlerindeki uygulamalarını ele alıp değerlendirmek istiyorum.
Merkezi İstanbul’da olan ve kendini küresel zincire bağlamış Hisar Okulları’nın Rehberlik Bölümü’nce velilere yönelik olarak hazırladığı bülten, gökkuşağı renkleriyle dikkatimi çekmişti.
Bülten çocukların, Toplumsal Cinsiyet anlayışı temelinde eğilmesi ve velilere bu konuda rehber olması için hazırlanmış.
Broşürde “Cinsiyet Kavramları” adıyla bir başlık açılmış ve “Atanmış Cinsiyet” ara başlığın içinde biyolojik (kadın-erkek) cinsiyet anlatıldıktan sonra sözü “Toplumsal Cinsiyete”e getirmişler. Toplumsal Cinsiyet şöyle açıklanıyor:
Toplumda atanmış cinsiyetlerle ilişkilendirilerek ‘kadınlık’ ve ‘erkeklik’ ile özdeşleştirilen tutum, duygu ve davranışların tümüdür. Ancak son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar çeşitliliğin sadece beden ve biyoloji temelli bir cinsiyet tanımıyla açıklanamayacağını göstermektedir. Bu farkındalıkla toplumsal cinsiyet kavramı, toplumsal ön yargı haline gelmiş iki sabit toplumsal cinsiyet kimliğinin ötesinde, her cinsiyeti, cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelimi içeren bir kavram olarak tanımlanmaktadır.
Bülteni hazırlayan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü Başkanı Sibel Yalkın diyor ki, “Her ne kadar biyoloji bilimi, dünyada iki cinsiyet var dese de bunu kafaya sakın ha takmayın, bunlar geçmişte kalmış safsata şeyler. Siz, siz olun! Rockefeller’in parayla satın aldığı adamların .ünden uydurdukları şeylere inanın. Dünyada iki tane değil sonsuz sayıda cinsiyet ve cinsel yönelim vardır. Bu gerçeği bilin ve çocuklarınızı bu temelde yetiştirin” diyor.
Bu tezler, bir önceki yazıda eleştirdiğim LGBTİQ+ ve KAOS GL’in görüşleridir.
Rehberlik Merkezi, velilere cinsellik konusunda çocuklara nasıl yardımcı olabileceklerinin ip uçlarını vererek işin içine anne -babayı da katıyor.
AKP rejimi ve onun medyası, muhafazakar olan kitlesine, “Biz LGBT’ye karşıyız.” diye propaganda yaparken el altından da okullarda bu faaliyetlere göz yumuyor.
Jandarma Kuvvetleri Komutanlığı’nın (Avrupa Birliği bayraklı) 74 sayfalık broşüründe Toplumsal Cinsiyet Eşitliği uzun uzun anlatılmış. Aynı görüşler, – askeri bir kurum olduğundan olsa gerek – biraz daha yumuşatılarak, soyutlaştırılarak tekrar edilmiş.
Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Odası, İstanbul Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent, Bilgi Üniversiteleri aklınıza gelebilecek tüm üniversiteleri art arda sıralayın, bu listeye DİSK’i, KESK’İ, sol partileri, Türk Ocağı’nı da ekleyin, bu saydıklarımın tümü küresel salkımın üzüm taneleri gibi yan yana dizilmişler. Toplumsal Cinsiyeti kitlelerine benimsetmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar.
Türkiye’de düşünce üretecek, halka doğruları söyleyecek tüm kurumlar ele geçirilmiş ve önder konumda olanlar, küresel çetenin bilim diye ürettiği safsataları, adeta bir derviş gibi hiç düşünmeden, incelemeden, doğruluğundan zerrece kuşku duymadan tekrar edip duruyorlar. Bu konuda farklı düşünen çok az sayıdaki aydınımız, bilim adamlarımız ise, var olan konumlarını yitirmemek için korkudan susuyorlar.
“Erkek Egemen Dile Son!”
İnsan, bir başkasına duygu ve düşüncelerini sözcüklerle, cümlelerle aktarır. Bu anlamda kullanılan sözcükler, deyimler, atasözleri bir düşüncenin de taşıyıcısıdırlar. Kullanılan dilin iletişimdeki önemi büyüktür. Buradan hareketle Toplumsal Cinsiyet eşitliğini savunan çevreler, Türkçeye yerleşmiş bazı kelime ve cümleleri erkek egemen düşüncenin taşıyıcıları olarak ilan ettiler ve bu sözcükleri yasakladılar. Kadını aşağılayan ve onu erkeğin kölesi gibi gösteren deyimlerin, atasözlerinin ayıklanmasının yerinde olacağına ben de inanıyorum. Fakat Toplumsal Cinsiyet düşüncesini yayınlaştırmak için dile müdahale ederek bazı sözcüklerin yasaklanmasını doğru bulmadığımı da hemen söylemeliyim.
Örneğin burjuvaziyi ifade eden “iş adamı” sözcüğümüz vardı. Bu adlandırmaya feminist çevrelerden kadınları kapsamadığından ötürü bir itiraz geldi. Bunun üzerine erkekler için “iş adamı”, kadınlar için de “iş kadını” denmeye başlandı. Fakat iş adamı ve iş kadını sözcükleri iki cinsiyeti ifade ediyordu. Bu duruma Toplumsal Cinsiyetçiler kendilerini ifade etmediklerini öne sürerek hemen müdahale ettiler. Ama bir sorun vardı. Onların dediği gibi sınırsız sayıda cinsiyet olduğuna göre ne yapılacaktı?
Onun da çözümünü, tüm cinsel eğilimleri de kapsayan “iş insanı” kelimesini türeterek buldular.
Son yıllarda türetilen “bilim insanı” da bu kapsamda üretilen bir tamlamadır.
Foucault, dilin erki belirlediğini söyleyerek “erk de dile yön verir” der. İnsan öznenin temelde dil yoluyla yapılandırıldığını savunur. Kullanılan dil, eğer yeniden yapılandırılırsa insan zihinleri de yeniden yapılandırılabilir. Buradan hareketle feministler ve toplumsal cinsiyetçiler dilleri dünya çapında yeniden yapılandırma içine soyundular. Devlet adamı, insanoğlu, eloğlu, evde kalmış kız, şefkatli anne, kadın milletvekili, ev kadını, kadın gazeteci, aile babası, din adamı gibi sözcükler yasaklılar listesine alındı.
Dünyanın birçok ülkesinde eşcinsel evlilikler yasallaştığından dolayı lezbiyen, gay evlilikler de yapılabiliyor. Evlilik kurumundaki erkeğin ve kadının saltanatı son bulmaya başladı. Bu anlamda erkeği temsil eden “baba”, kadını temsil eden “anne” kullanımı yasaklanarak toplumsal cinsiyetin tümünü kapsayan “ebeveyn” denmeye başlandı. Kadın ve erkeği işaret eden zamirlerin dilden kaldırılması çalışmaları yürütülüyor. İngilizcedeki “He” ve “She” zamirlerinin yerine “Ze” kelimesinin kullanılmasını Oxford Üniversitesi teklif etmişti. Yine aynı şekilde İsveç’te erkek ve kadını işaret eden “Han” ve “Hon” zamirlerinin yerine her ikisini de işaret eden “Hen” zamiri kullanılmaya başlandı bile.
“Yıkılsın Aile”
Simone de Beauvoir, “İkinci Cins” adlı eserinde “Evlilik ve aileyi, erkek egemen düzenin, kadını baskı altında tutmak için geliştirdiği bir yapı” olduğunu söyleyerek ailenin tümden kaldırılmasını önerir ve “Hiçbir kadına evde oturup çocuğunu büyütmesine fırsat vermemeliyiz.” der.
Bu yüzden Türkiye’de eylem yapan feministler ellerinde, “Yıkılsın aile düzeni, Batsın Sizin Kutsal Aileniz” gibi pankartlar, dövizler taşırlar.
Dünya çapında tanınmış yazar, feminist ve aktivist olan Chimamanda Ngozi Adicie, evliliğin kadını tek eşe mahkum edip gen havuzunu daraltarak evrimin işini zorlaştırdığından, daha sağlıklı ve daha fazla hayatta kalabilecek çocuk yetiştirmenin önünde engel olduğundan yakınıyor. Türkiye’den de sol çevrelerde tanınmış biri olan Pınar Selek, Kozmopolit’te yazdığı yazıda, şöyle diyor:
Her evlilik, sisteme edilmiş en büyük hizmettir. Kölelik anlaşmasıdır. Evlilik binlerce yılın köhnemiş bir kurumu, sistemin en güçlü, en köklü yapısına onay vermektir ve onun kuruluşunda rol almaktır. Evliliğin kötüsü iyisi olmaz. Evlilik bir kurumsal ilişkilenme biçimidir ve en iyi insanları bile kendi içinde eritir, kötüleştirir. Bu kurum en çok kadınlara zarar verdiği için onu dönüştürmede öncülük de kadınlara düşüyor. Gelin söz birliği edelim ve kimseye karılık etmeyelim! Evlenmeyelim! Evlenmeyerek sisteme en büyük darbeyi biz vuralım ve toplumsal dönüşüme öncülük edelim. Evlilik, en örtülü ama en köklü köleliğe teslimiyettir.
Pınar Selek, bu lafları nerede ediyor?
Yarı Türkçe, yarı Almanca yayım yapan ve Alman devletiyle bağlantılı bir platformda ediyor.
Alman’ın kayığına binenler, onların türküsünü söyler, solcu da sağcı da olsa hiç fark etmez.
Evlilik kurumuna karşı olan feministler, çocuk yapılmasına da karşı çıkıyorlar.
“Çocuk Doğurmaya da Son!”
Feministlerin çok değer verdiği bir yazar olan Simone de Beauvoir, annelik ve evlilik tuzağına karşı kadınları uyararak çocuk doğurmanın yıllarca sürecek etkisiyle onu erkekle girdiği ekonomik yarışta geri bıraktığını, gebelik ve sonrası dönemde cinsel hazlarını kısıtlayarak onu birçok orgazmdan mahrum bıraktığını söylüyor.
Judith Halberstam, unutulması gerekenlerin içinde öncelikle anneliği sayıyor.
Shulamith Firestone ve Jo Freeman,bir araya gelerek hazırladıkları deklarasyonda kadınların kendi bedenleri hakkında tam denetim sahibi olmaları çağrısında bulunarak hamile kalan, karnındaki bebeği erkekle bölüşmek zorunda kalan, doğan çocukta erkeğinde payının olduğunu kabul eden bir kadının bedeninin tam kullanım hakkını kaybedeceğini ve özgürlüğünden olacağını savunuyorlar. Firestone, daha sonra yazdığı “Cinselliğin Diyalektiği” adlı eserinde çocuk yapmayı erkeklerin kadınlara dayattığı “üreme despotluğu” ve hamileliği de “barbarlık” olarak niteliyor.
2. Dalga feminizmin teorisyenlerinden olan Shulamith Firestone, “Kadınlar yalnızca kendi vücutlarının denetimini bütünüyle geri almakla kalmamalı, aynı zamanda insan doğurganlığının denetimini de yeni nüfus biyolojisini olduğu gibi, çocuk doğumu ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgili toplumsal kurumların tümünü ele geçirmelidir.” diyor.
Adrienne Rich ise “özgürlüğün” ancak kadının, radikal bir biçimde cinsellikte erkekten tamamen kopması ile elde edilebileceğini iddia ediyor.
Judith Butler de işi bir adım daha ileri giderek, “Geleneksel cinsiyetlerin yitimi ve Toplumsal cinsiyetlerin çoğalması ile cinsel kimlikler gittikçe bulanıklaşacak ve şimdiye kadar tüm cinsel anlatıların başkahramanı olan erkek ve kadın kategorileri de yok olacaktır.” diyor. (Cinsiyet Belası Say: 238) Erkeğin neyse de kadının da yok olacağını öne sürmesi, feminist çevreleri çok kızdırdı. Butler’in bu tezi, feminist çevrelerde tartışmalara neden oldu.
“Cinselliğe Konulan Yasaklar Yok Olsun!”
Judith Butler, insanların cinsel ilişkilerine getirilen tüm sınırlamaların erkek egemen yapının inşası için elzem olduğunu ve sınır, yasak koyan erkeğin koyduğu tüm sınırların hiçbir sınır tanımadan baltalanması gerektiğini düşünür. LGBTİQ+’nin (+) içinde yer alan; pornocuların, oğlancıların, kamyoncuların, ensest ilişki peşinde olanların, pedofillerin, kuşaklar arasında seksi savunanlara getirilen yasakları erkeğin koyduğu ve yıkılması gereken duvarlar olarak görür. Kuşaklar arasındaki sekse ve pedofiliye, bazı lezbiyen ve gay çevrelerden (çocukların korunması adına) yapılan itiraza, erkeğin koyduğu kuralların dışına çıkamamakla ve erkek kafası taşımakla suçlayarak cevap verir.
İstanbul Sözleşmesi’nde 18 yaş altı çocukların herhangi bir sınır koymadan “kadın” olarak tanımlanmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Gündelik dilde evlenmemiş dişiler “kız” olarak adlandırılır. Sözleşmeyi hazırlayan düşünce, çocuğun da cinselliği yaşama hakkı olduğunu öne sürerek “kızlığı” reddediyor ve bu cinsel eyleme herhangi bir sınır koymuyor.
Tarikatlarda ve cemaatlerde küçük çocukların ırzına geçilmesini kınayan ve bu konuda çeşitli kez basın açıklamalarında bulunan feminist kadın örgütleri, samimiyetsiz ve ikiyüzlüdürler. Kendi içlerinde ensesti, pedofiliyi ve oğlancılığı hoş görüp bir başka kesime yasak getirme, en azından tutarsızlığı içinde barındırır. Sol ve Atatürkçü çevrelerde tarikatlarda olan “badelemeye” itiraz edilirken feminist, quir çevrelerdeki sapkınlıklar, görmezden geliniyor.
Hedef; Aile ve Bireyleri
Erkek olsun kadın olsun, dışarıda çalışarak geçirdiği 8-12 saatten sonra kendisini koşturarak eve atar. Anne, baba ve çocuklar ertesi gün başlayana kadar geçen zaman diliminde birlikte olurlar. Annenin dışarıda ücretli olarak çalışmaması bu durumu değiştirmez. Aile içinde anne ve baba, kendi değer yargılarını çocuklarına aşılayarak kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasında bilmeden görev alır. Her ailenin geçmiş dönemden bugüne taşıdığı değerler farklılık gösterir. Dışarıda, sokakta, alışveriş merkezinde, iş yerinde, okulda, kışlada, camide bireyi kontrol eden kapitalist sistem, eve kapanan aile bireylerinin kontrol edilmesindeki yetkileri sınırlanır. Anne ve babanın çocuklara vereceği alışkanlıklar, değerler devlet tarafından kontrol edilemez. Son zamanlarda sosyal medyanın ve kitle iletişim araçlarının, televizyonun çok yaygınlaşmasıyla birlikte ailenin etkisi biraz sınırlansa da yine aile, çocuk üzerinde tek otoritedir. Sistem, bireyi ve çocuk eğitimini önemseyerek çok küçük yaştan itibaren kreşlerle, anaokullarıyla çocuğu ailenin kontrolünden koparma uygulamalarını yaygınlaştırdı.
Buradaki amaç, bireyi doğuştan itibaren her şeyiyle tam kontrol altına almaktır. İşte bu noktadan hareket eden kapitalist sistem çocuğun, aile bireylerine verdiği akıl doğrultusunda yetişmesini istiyor.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini savunan çevreler, oluşturdukları eğitim materyelleriyle, kurslarla, videolarla çocuğun eski tipte yetiştirilmesini engelleyerek yeni bir eğitim modeliyle kendi istedikleri insanı yaratmak istiyorlar.
Çocuğun “kız” ve “erkek” rollerini benimsemesi reddedilerek çocuklar, “cinsiyetsiz” yetiştirilmek isteniyor. Bu anlamda cinsel kimliği öne çıkaran isimler, giysiler, renkler, davranışlar, alışkanlıklar yasaklanıyor. Çocuğun cinsiyetsiz yetiştirilmesi adına kızlara ait olan giysiler erkek çocuğa, erkek çocuğa ait olan giysiler de kız çocuğa giydiriliyor. Bu düşüncenin yansıması, en çok çocuğa oyuncak seçiminde görülüyor. Feminist propagandanın etkisinde kalan ebeveynler, kız çocuklarına kamyon, erkek çocuklara da Barbie bebek alarak onları bu oyuncaklarla oynamaya zorluyorlar. Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde kreşlere giden çocuklardaki bir cinse ait olma ve cinsinin gereği gibi davranma, bilinçli bir program doğrultusunda yıkılıyor. Böylece kendini “kız” veya “erkek” cinsiyetine ait hissetmeyen çocukların ileride önüne çıkacak “sonsuz sayıdaki cinsel kimlikler” içinde sörf yapma imkanı(!) önlerine seriliyor. Bu konuda bilinçli olmayan anne ve babalar çocuklarına “herhangi bir cinsiyeti empoze etmeme ve çağdaş olma” adına çocuklarını küresel çetenin önüne kurban gibi atıyorlar.
Sistem ne yaptığını çok iyi biliyor ve amacına ulaşmak için çocukların çok sevdikleri masalları yeniden yazmakla işe başladılar. Bundan üç yıl önce Horozlu Ayna’da yazdığım “Çocuklara Küresel Masallar” adlı yazıda Odeabank’ın “Çocuklara Eşit Massallar” projesini eleştirmiştim.
Banka çocukların çok sevdiği “Kırmızı Başlıklı Kız” masalını, oluşturduğu bir ekibe yani baştan yazdırarak masalın içine etmişti. Ben de bu masalın çocuklara vermek istediği gizli mesajların neler olduğunu yazımda belirtmiştim.
Örneğin solcu yazar Erdal Öz’ün sahibi olduğu “arkadaş kitaplar” dizisinden yayımlanan “Uzun Çorap” dizisinin kahramanı olan kız çocuğunun birlikte yaşadığı bir ailesi yok.
Çocuklar, ailesiz yaşayan çocuğun serüvenlerini okurken aynı zamanda ailesiz de olunabileceğini öğrenmiş oluyorlar. Erdal Öz, kitabın ön tarafına büyük harflerle yazarın,1978 Frankfurt Kitap Fuarı’nda Dünyanın En Büyük Çocuk Kitapları Yazarı” olarak seçildiğini iftiharla yazmış.
Eh ne diyelim?
Darısı tüm küreselci, aileyi reddeden tüm yazarların başına…
Bu tür konulara eleştirisel yaklaşan bir yazarımız yok!
Gerçeği dile getiren, küresel çetenin oyuncağı olmayan bir aydınımız yok!
Bu işleri, Horozlu Ayna yazarlarının dışında dert edinen bir çevre de yok!
Biz, kimse de olmasa doğru bildiğimizi, kimseden sakınmadan kitabın ortasından konuşmaya devam edeceğiz.
Küreselleşme ideolojisi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusu, daha çok su kaldırır. O yüzden bu tür konular hep gündemimizde yer alacak. Gücümüz yettiğince yalanın maskesini indirmeye devam edeceğiz.