Medya

CHP’nin Değişimi ve Dönüşümü

Atatürk’ten sonra CHP koltuğuna oturanlar kurucusuna ihanet ettiler.

2023 seçimlerinden beklediği sonucu alamayan CHP yönetimi ve kitlesi, seçimin hemen ertesinde AKP karşısında alınan yenilginin nedenleri üzerine tartışmaya başladı. Ekrem İmamoğlu’nun başında olan ekip, “değişim” kampanyasını başlatırken, Kılıçdaroğlu da buna “dönüşüm”le yanıt verdi.

Kemal Kılıçdaroğlu, çevresindeki bazı kişileri yanından uzaklaştırarak parti içinde “dönüşümü” gerçekleştirirken, İmamoğlu’da “değişim” diyerek kitlelere somut bir şey söylemeden masallar anlatıyordu.

Aslına bakacak olursak, “Değişim ve dönüşüm” bloklarında yer alan kişiler, Parti Genel Merkezinde ve Büyükşehir yönetimlerindeki sorumluluklarıyla partinin izlediği politikayı birinci derecede etkileyen ve belirleyen kişilerdi. “Değişim- Dönüşüm, Reform” sözcükleri, söyleyen ağızdan bağımsız olarak insan üstünde olumlu bir etki yaratır. Bu kavramların ardına gizlenen suçlu ekipler, herhangi bir özeleştiri yapmadan medya desteklerini de arkalarına alarak “Vatan kurtaran Şaban” rolüne büründüler.

Diyalektik materyalizmin “Belirli koşullar altında her şey değişir” ilkesi çerçevesinde CHP de, Cumhuriyet tarihi içinde durmadan değişti ve dönüştü. CHP kongresinin yapıldığı bu günlerde, partinin tarihi içinde liderlerin sürece etkileri ve partinin toplumsal mücadeledeki yerlerini incelemenin ve bazı sonuçlar çıkarmanın bu gün yaşanan sorunların aşılmasında yararlı bir etkide bulunacağına inanıyorum.

Atatürk Dönemi Kadroları

Kurtuluş Savaşı’nın öncüleri, Osmanlı’nın yönetiminde görev almış askeri ve sivil kadrolardı. Osmanlı Devleti’nin devlet usul ve terbiyesini almış bu kişiler, dünya sorunlarına çöken bir imparatorluğun ayakta tutulması temelinde yaklaşıyorlardı. Bu yüzden- Mustafa Kemal ve birkaç kişi hariç- hepsinin görüş ufukları Batılı ülkelerin Osmanlı’ya belirledikleri alanla sınırlı olarak bir devlete karşı diğer devletin yanında yer alarak ve durmadan toprak kaybederek siyaset yapmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Hiçbiri kendi gücüne güvenerek bağımsız bir politikayı uygulamayı aklından bile geçiremiyordu. İşgal günlerinin çalkantıları içinde Sivas’ta yapılan kongrede Mustafa Kemal’in mandacı görüşlere karşı “Tam Bağımsızlık” ilkesini bu tipik Osmanlı bürokratlarına kabul ettirene kadar alnının derisi çatlamıştı.

Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi komutanlar kendilerini tanzimat batıcılığının etkisinden bir türlü kurtaramıyorlardı. Çağını ve siyasal gelişmeleri gereğince kavrayamayan bu kadrolar diğerleriyle birlikte Türk Devrimi’ni de kavrayamayarak yapılan devrimlerin karşısında mevzileniyorlardı. Cumhuriyet’in kuruluşunun üstünden daha bir yıl geçmeden Kazım Karabekir’in Genel Başkan, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’ın Başkan Yardımcı’sı, Ali Fuat Cebesoy’un Genel Sekreter olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Parti programında; limanlarda giriş çıkışlarda alınan gümrük vergisinin kaldırılmasını, Ulusal sanayinin kurulması için alınan kısıtlamaların kaldırılmasını, merkezi yönetim yerine yerel yönetimlerin geliştirilmesini, liberalizmin uygulanarak devletin küçültülmesi gerektiği savunuluyordu. Meclis’te ulus yararına alınan kararlar, yapılan devrimler hep süreci doğru kavrayamayanların direnişine ve engellemelerine rağmen yapılıyordu. Padişahın kulu olmayı aşamayıp yurttaş olma bilincine henüz erememiş cahil bir halkla ve imparatorluk artığı kadrolarla emperyalizmin engellemeleri ve ülkede çıkardıkları gerici ayaklanmalarla uğraşarak yeni bir toplum inşa edilmeye çalışılıyordu.

Cumhuriyet devrimi, aynı zamanda azınlıkların siyaset ve ekonomi üstündeki imtiyazlarını ve hegemonyasını kırmaya çalışıyordu. İktidarın ve ekonominin gerçek sahibi olarak Türk ulusundan kişilerin olması önemsenerek buna uygun adımlar atılıyordu. 20. yüzyılın başında ve 1. Dünya Savaşı sürecinde Rum ve Ermeni sermaye gruplarının emperyalizmin kışkırtmaları ile Anadolu’da devlet kurma girişimleri başarısızlığa uğrayınca meydan Yahudi ve Sabatayist dönmelere kaldı. Bu kesimler, Kurtuluş Savaşı sürecinde tavırsız kaldılarsa da süreç içinde Türkçü uygulamalardan rahatsız olmaya başladılar. 1934’lü yıllardan sonra da Atatürk karşıtı cephede yer aldılar. Trakya Olayları ve Mason Localarının kapatılması bardağı taşıran damla oldu. İsmet İnönü çevresinde şekillenen ve uluslararası güçlerle de desteklenen bir kumpas sonucu -Atatürk’ün beden sağlığına müdahale ile- Atatürk, 2. Dünya Savaşı öncesinde etkisiz hale getirildi.

Atatürk son dönemlerde çevresine, uygulanacak dış politika bağlamında herhangi bir pakta girmeden tarafsız kalınması gerektiğini öğütlüyordu. Özellikle Osmanlı’nın 18-19. yüzyıllarda Batılı devletlerden ne çektiğini bilen Atatürk, Batılı ittifaklardan uzak kalarak Sovyetlerle dostluktan yana idi. Yabancı ülkelerden alınan borçların Osmanlı’yı nasıl çökerttiğini iyi bilen Atatürk, borç almaya karşıydı.

10 Kasım 1938’den sonra kendini “Milli Şef” ilan eden İsmet İnönü, 1919’un koşullarında M. Kemal’e -İstanbul’da iken- yazdığı mektupta, “Bütün memleketi parçalanmadan ülkeyi Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.” diyordu. “Milli Şef”, yetkileri eline aldıktan ve iktidarda bulunan Atatürkçü kadroları tasfiye ettikten sonra 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile anlaşmalar imzaladı. O dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine anlaşmalarla ilgili olarak, “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batılı devletlerin hizmetine verdiğini” söylüyordu. Yapılan bu anlaşmalarla taraflar, “Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı” kabul ediyorlardı.

Bu resmen Almanya’ya karşı İngiliz- Fransız cephesinde yer almak demekti.

Atatürk’ün ölümünün üstünden daha henüz bir yıl bile geçmeden Türkiye kendini Batılı ülkelerin kollarına atmıştı.

İsmet İnönü üstüne uydurulan şehir efsanelerinden bir de onun Türkiye’yi kendi politik becerisi ile 2. Dünya Savaşı’na sokmamış olmasıdır. Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmediyse bunda belirleyici olan güç İnönü’nün kurnazlığı değil, Batılı güçlerin Türkiye’yi savaşa sokma isteksizliğidir. Çünkü silah bakımından oldukça yetersiz olan ordunun savaşta bir yarar sağlayamayacağı görüşü Müttefiklerde hakim olan görüştü.

Diğer bir şehir efsanesi de Türkiye’yi çok partili hayata İsmet İnönü’nün kararı ile girdiğidir. Bazı sol çevrelerin övünerek dile getirdiği bu sav da yalan üstüne kuruludur.

2. Dünya Savaşı sonunda ABD, ekonomisiyle askeri gücüyle dünyanın patronu oldu. ABD mandacısı İnönü, yaptığı bir dizi anlaşmalarla Türkiye’yi ABD’ye teslim etti. ABD, Sovyetleri etkisiz hale getirmek için “Yeşil Kuşak” teorisini uygulamaya soktu. Yeşil Kuşak içinde yer alan Türkiye’de dinin, dinci örgütlerin yaygınlaşabilmesi için çok partili hayat zorunlu idi. Bu yüzden ABD’li diplomatlar usulünce İnönü’ye bu konuda tavsiyelerde bulunuyorlardı. Mesajı alan İnönü, Pembe Köşk’te Celal Bayar’la bir anlaşmanın sonucunda çok partili hayata geçilmesine karar verdiler. Konuyla ilgili olarak İnönü’nün ve Bayar’ın yakınında olanlar bu konuda tanıklık ediyorlar.

İsmet İnönü, bazı sol çevrelerin uydurmasında olduğu gibi Atatürk’ün sadık bir yoldaşı değil aksine onun düşüncesine karşı olan birisidir. İnönü’nün çocukları da babalarının izinden giderek Atatürk karşıtı cephede her zaman yer almışlardır.

İnönü, Celal Bayar’la yapılan anlaşma gereği, muhalefet partisi olma rolüne hayatı boyunca sadık kalmıştır. Önce Demokrat Parti’nin sonra da Adalet Partisi’nin müzmin muhalefeti olma rolünü başarıyla sürdürmüştür. 27 Mayıs darbesinden sonra ise Türkiye farklı bir döneme girdi. Dönemin özelliklerine uygun olarak 65’li yıllarda CHP’nin izlediği politikalarda da önemli değişiklikler meydana geldi.

Ortanın Solu Politikası

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Türkiye, alışılmadık ölçüde demokratik bir ortamın içine girdi. Bunda 61 Anayasasının getirdiği özgürlüklerin payı oldukça büyüktür. TÜRK-İŞ’te uygulanan partiler üstü siyaset anlayışına karşı bazı sendikalar koparak DİSK’i oluşturdular. Öğretmen hareketinin örgütü TÖS ve parti olarak TİP kuruldu. İşçi eylemleri, gençlik eylemleri ülkede yaygınlaştı ve 1965 seçimlerinde TİP, 15 milletvekilini Meclis’e soktu.

Sol hareketin estirdiği rüzgarı kesmek ve TİP’i etkisizleştirmek üzere CHP içinde “Ortanın Solu” fikri ortaya atıldı. İsmet İnönü, bu fikri, ilk kez 1965’te gazeteci Abdi İpekçi’ye söylemişti.

Partide Ortanın Solu programını Bülent Ecevit ve Turan Fevzioğlu birlikte yazdılar. İpekçi ailesinin elindeki medya gücü kullanılarak bir “Karaoğlan” efsanesi yaratıldı. Aslına bakılacak olursa Ortanın Solunda bir iki devletçilik maddesinin dışında pek fazla bir şey yoktu. Bu program, Türkiye’de sosyalizme yönelen halk hareketinin önünü kesmek için ortaya atılmıştı. 1968 eylemlerinin beli 1971 muhtırası ile kırıldıktan sonra halk, sistem içi reformlar talep eden “Ortanın Soluna ve Ecevit’in “İnsanca Hakça Düzen”talebine yönlendirildi. Türkiye’deki tüm kesimlerin saygı duyduğu “Ecevit Efsanesine” biraz daha yakından bakalım.

Karaoğlan Ecevit

Gazeteci Mehmet Çetingüleç, yazdığı, “Ecevit’in Anıları: 12 Yıl Saklı Tutulan Veda Sohbetleri” kitabında Ecevit’in kendisine, Kürt asıllı olduğunu söylediğini yazar. Kürt asıllı Karaoğlan’ın eşi olan Rahşan Ecevit’in de aslen bir Sabatayist olduğunu bir zamanlar Ilgaz Zorlu açıklamıştı.

Ecevit, İnönü’nün ABD ile yaptığı bir eğitim anlaşması sununda 1949’da “Eisenhover Bursu” ile ABD’ye gitti. Yurda döndüğünde 1950 yılında CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinde çalışmaya başladı. 1955 yılında yine Amerika’ya giderek gazetecilik yaptıktan sonra yine yurda döndü. Bu kez “Rockefeller Foundation Fellowship Bursu” ile 1957’de yine ABD’ye gitti. Harvard Üniversitesi’nde sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üstüne incelemeler yaptı. Ecevit’in “Hocam” diye andığı Henry A. Kissinger’den dersler aldı.

Kissinger Yahudi asıllı olup Amerika’nın en önemli beyinlerinden biriydi. Nobel Barış Ödülü almış Kisinger, aynı zamanda Bilderberg’in Türkiye sorumlusuydu. Dünya kapitalizminin en önemli kuruluşlarından biri olan Bilderberg toplantılarına Ecevit ve “Hocası” birlikte katılıyorlardı.

Kissinger’in o dönem bir “Türk” dostu daha vardı; o da Kasım Gülek’ti.

Kasım Gülek, CHP’de görev yapan önemli bir milletvekili idi.

Gülek, 1957 seçimlerine az zaman kala Amerika’da bulunan Ecevit’e bir mektup yazarak CHP’de milletvekili olmasını teklif etti. İnönü’nün damadı Metin Toker’in yeri boşaltılarak Ecevit milletvekili yapıldı. 1961 yılında da kurulan hükümette de Çalışma Bakanlığı’na getirildi. İlerideki siyasal yaşamında Çalışma Bakanlığı görevi süresinde işçilere tanıdığı haklarla övünüp durdu.

Zonguldak’tan milletvekili yapılarak ve Bakan olduğu dönemde çıkarılan yasaya dayanarak, “İşçi Babası, hamisi” yaratıldı.

Biz Ecevit’in hayatından kesitler sunmaya biraz ara vererek Amerikalı Richard Podol’un dediklerine kulak verelim. Amerika Yardım Teşkilatı(AID), Türkiye’deki çalışmalarında elde ettiği verimi yerinde saptamak için Ankara’ya Richard Podol’u göndermişti. Amerikalı uzman 1968 yılında bağlı bulunduğu amirlerine sunduğu raporunda şunları belirtiyordu:

Yirmi yıldan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı, bu zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da İktisadi Devlet Teşekkülü (KİT) hemen hemen kalmamıştır. Genel Müdür ve Müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün gayretini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecileri indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde de durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte, yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğru bir karardır.

Raporun verildiği 1968 yılından beri 55 yıl geçti. Amerikan terbiyesi almış kişiler bizi sürekli olarak yönettiler.

Değişen bir şey yok.

Şimdi de Amerika’da eğitim almış kişiler tarafından yönetiliyoruz.

60’lı 70’li yıllarda Bülent Ecevit’le Demirel, Türkiye’nin yönetiminde birinci derecede belirleyici rolleri oldu.

Demirel de Ecevit gibi 1950’de araştırma yapmak için Amerika’ya gönderilmişti. 1955 yılında da yine Eisenhover Vakfı’nın özellikle onu seçmesiyle Amerika’ya gitmişti. Amerikan Morrison firmasının temsilciliğinden ABD Başkanı Lyndon Johnson’la çektirdiği bir fotoğrafın yardımıyla Adalet Partisi Genel Başkanlığı’na sıçratıldı.

Türkiye’de bir yerlere gelmek için Amerika’da eğitim almak en önemli meziyettir. Amerika’da eğitim alanlar; bir kuvvet komutanlığına, bir sağ parti başkanlığına, bir sol parti başkanlığına, Merkez Bankası’nın başına, Milli Eğitim Bakanlığına, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, İstihbarat Başkanlıklarına gelirler ve görevlerini aldıkları terbiye doğrultusunda yaparlar.

İşte bu yüzden Türkiye’nin derdi hiç bitmez.

Yazımızın kahramanı olan Ecevit, Amerika’da aldığı eğitimlerin sonunda Türkiye’de Atlantikçi görüşleri savunmuştur. 60’lı yıllarda Fransa’nın başını çektiği Avrupa Birliği’nin Amerika’dan bağımsız bir politika izleme tutumuna karşı Türkiye’yi Avrupa’dan uzakta tutma politikasını uygulayarak Amerika’yı rahatlatmıştır. Avrupa sosyal demokrat partileri ile partisi arasına mesafe koymayı tercih etmiştir. Avrupa ile ilişkilerini Amerikan politikalarının etkili olduğu İskandinav ülkeleri üzerinden sürdürmüştür.

CHP Genel Başkanlığı’na bir takım güçlerin yardımıyla gelen Ecevit, partiyi özellikleAtatürk çizgisinden uzak tutmuştur. Partiyi ele geçirdikten sonra İsmet İnönü’yü ve kadrolarını da tasfiye etmiştir. 70-80 döneminde güçlü olan sosyalist sola karşı, Ortanın Solu ve İskandinav tipi solculuğu öne çıkarmıştır.

Siyasi faaliyetlerinde çevresindeki insanlara inisiyatif vermeden yönetmeyi seçmiştir. Bu yüzden parti kadrolarını kendine bağımlı olanlardan seçerken uygun bir fırsatta da uzaklaştırma becerisini de göstermiştir. Siyasette yalnız adam görüntüsü verirken şair olmadan şiir yazma becerisini bir avantaj olarak kullanarak entelektüel bir görüntü çizmiştir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra CHP’nin misyonunu tamamladığını iddia ederek “Demokratik Sol” dediği bir siyasal görüş ortaya atmıştı. Uzun dönem CHP’nin Genel Başkanlığı’nı yapan Ecevit’in partiyi tarihsel anlamda bitirmesi, Kenan Evren yönetiminin de işini kolaylaştırmıştır. ABD, 80 darbesiyle Türkiye’yi küresel kapitalizme bağlarken ülkedeki eskiye ait birçok kurumu da tasfiye etmek istiyordu. Bu yüzden eski partilerin siyasal faaliyetine yasak getirilmişti. Ecevit de yeni partisi DSP’yi kurarken eski politikacılardan hiçbirini yanına almamıştı. DSP’de şekillenen “Demokratk Sol”un en önemli özelliği Atatürk’e uzak oluşuydu. DSP’de politikalar günün koşullarına göre durmadan değişiyordu. Ecevit milletvekili olarak çevresinde tecrübesiz kişileri tercih etmiştir. Siyasal inisiyatifi partisiyle, organlarıyla paylaşma yoluna gitmemiştir.

2001 yılında başında olduğu hükümet tarafından “15 günde 15 yasa” geçirilerek Türkiye uluslararası tekellerin istekleri doğrultusunda şekillendirildi. Bu operasyonun ekonomi alanındaki sorumlusu Kemal Derviş idi.

Ecevit’in siyasi hayatından söz ederken Fetullah Gülen’den söz etmemek olmaz.

Kasım Gülek’in Ecevit’ten başka Fetullah Gülen’le de dostluğu vardı.

Gülek, Fetullah’ın CIA ile irtibatını sağlayan kişiydi. Sürekli görüşürlerdi. Kasım Gülek öldüğünde onun cenaze namazını Fetullah Gülen kıldırmıştı. Kasım Gülek’in eşi Nilüfer Gülek, FETÖ’cülere İstanbul’da 70 dönüm arazi bağışlamıştı.

Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek, 1999 yılında Ecevit’in partisi DSP’den milletvekili olmuştu. Ecevit, verdiği demeçlerde sürekli olarak Fetullah Gülen’i ve okullarını övüyordu. Fetullah Gülen’in de bu sevgi gösterilerini cevapsız bırakmıyordu. Gazetelere verdiği demeçlerde, “Ahirette eğer Allah bu imkanı verirse şefaatçi olacağım ilk kişi Ecevit olacak.” diyordu.

Amerikan burslu solcu ile dincinin dostluğu, sol kulvarda yer alan Atatürkçülerin beyinlerinde yeni ufukların açılmasına neden oluyordu. Bir kaset operasyonu ile siyasetten silinen Deniz Baykal da kendisini tasfiye eden Fetullah’a ekranlar önünde teşekkür etmişti.. Deniz Baykal’dan sonra CHP Genel Başkanlığı’na getirilen Kemal Kılıçdaroğlu’nu SSK’nın başına getiren de Rahşan Ecevit’ti.

CHP’de Fetullah Gülen sevgisi hiç bitmez. Kemal Kılıçdaroğlu sürekli olarak Cemaatten birilerini partinin önemli görevlerine getirip durdu. Seçim meydanlarında da ceza almış Fetöcüleri yeniden göreve iade etmek için vaatlerde bulundu.

Kurultayda yeni oluşacak ekipte kaç tane Fetöcünün yer aldığını yakında göreceğiz.

İktidara gelme potansiyeli olan bir parti örgütünü ve faaliyetlerini yakından incelediğimizde emperyalizmin kirli oyunlarıyla yüz yüze geliyoruz. Medyada üfürülen ve bir balon gibi şişirilen kahramanların aslında bir işbirlikçi olduğuna tanık oluyoruz. Siyasetin kirli oyunları gizli odalarda kotarılıp kitlelerin huzuruna farklı bir biçimde sunulur. Genelde kitleler örgütsüz ise bu dolmaları afiyetle yutarlar.

Yazımızın bu ilk bölümünde İsmet İnönü ve Bülent Ecevit önderliğini ele alıp değerlendirmeye çalıştım. Yazının ikinci bölümünde ise CHP ve Sosyal Demokrasi ilişkileri üzerinde duracağım.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

3  +  7  =  

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.