Son bir- iki yıldan beri en önemli tartışma konumuz 2023 seçimleri…
Kadrolu tartışmacılar bu konuyu her akşam televizyonlarda enine boyuna tartışıyorlar.
Ortaya çıkarak, “Ben adayım.” diyen yok ama olası aday adları havada uçuşuyor. Cumhur Cephesi adayını kimse tartışmıyor. Tartışmasız olarak Erdoğan, veya aday olmadığı koşullarda onun silik bir kopyası olacak. Karşı mahallede ise aday adayı enflasyonu yaşanıyor. Yapılan değerlendirmelerde en çok Kemal Kılıçdaroğlu’nun adı geçiyor. Sonra Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Abdullah Gül, Haşim Kılıç, Abdüllatif Şener ve İlhan Kesici’nin adları ortaya atılıyor.
Adaylarla ilgili değerlendirmelerde ilgili kişinin seçimi alabilecek oranda kitle desteğinin olup olmadığı ve “Kürtlerin” oyunu alıp alamayacağı sorgulanıyor. Tartışmalar kişiler üzerinden yürütüldüğünde, politik konulara çok uzak kişilerin bile söyleyeceği üç-beş kelamı olabiliyor. Gazete köşelerinde, televizyon ekranında tartışmalar bu tarzda yürütülüyor. Kişiler üzerinden yapılan tartışmalar, ülkemizdeki olan gerçeklerin gizlenmesinde bir örtü görevini yerine getiriyor. Özellikle var olan siyasi partiler, seçim dönemini kişiler üstünden yürüterek halkı kurtaracak (!) sahte kahramanlar üretmekle uğraşıyorlar. Ülkenin birikmiş devasa sorunları karşısında ne yazık ki kişilerin yapabileceği pek fazla bir şey yok. Yaşadığımız bu günlere, geçmiş yıllardaki uygulamalar sonucunda geldik. Kurgulanan sistem bizleri bu günlere kadar getirdi.
Dünyada çok hızlı bir biçimde küreselleşme olgusu yaşanıyor.
Yaşamın her alanında küreselleşme olgusunu görüyor ve sonuçlarından etkileniyoruz.
Küreselleşmeciler, ulus devletleri tasfiye ediyor.
Ulus devletlerin yöneticileri, kendi ülkelerini küresel kapitalizmin yararı için yıkıma uğratıyorlar.
Küresel sömürü ve tam kontrol için ulusal devletler içinde her türlü hukuki, yasal engeller kaldırılıyor. Bunun sonucunda da her bakımdan güçlü küresel odaklar, dünya kaynaklarının tümünü yağmalıyorlar.
Yaşadığımız ekonomik, siyasi, kültürel sorunların tümünün küreselleşme olgusuyla bağlantılı olduğunu görmek zorundayız. Süreci doğru kavradığımızda ancak ülkemizdeki gelişmeleri net olarak görerek taşları yerine oturtabiliriz.
Bugünlere Nasıl Geldik?
2. Dünya Savaşı sonunda dünya Kapitalist Kamp ve Sosyalist Kamp olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yalta’da buluşan üç lider; Churchill, Roosevelt ve Stalin dünyanın yeni haritasını çizerek etki alanlarının sınırlarını belirlemişlerdi. İçine girilen bu yeni dönemde savaş, klasik orduların dışında ideolojik olarak yapılacaktı. 1945’ten sonra girilen yeni dönem, Soğuk Savaş Dönemi olarak adlandırılmıştı.
Dünyanın tek süper devletti ABD, rakibi olan Sovyetler Birliği’ni yıkma ve Komünist Tek Dünya Devleti projesini engellemek için neler yapılması gerektiği üzerinde çalışmalar yürüttü. Sovyetler’e karşı Soğuk Savaş’ınyürütülmesi gerektiğini ilk olarak öneren William Christian Bullit’tir. Komünizmin tek dünya projesine karşı olarak kapitalizmin tek dünya devletini öneren Bullit, Moskova’da, Paris’te elçilik görevleri yapmıştı.
Türk kamuoyunda fazla tanınmayan bu bürokrat, Amerikan siyasetine yön vererek ondan sonra gelenleri de etkilemiştir. Soğuk Savaş döneminde Amerikan siyasetinde öne çıkmış olan John Foster Dulles, Henry Kissinger, Paul Henze, Samuel Huntington, Bernard Lewis ve Morton Abromowitz gibi ünlü kişiler Bullit’in görüşleri doğrultusunda tezler öne sürmüşlerdi. 1990’larda Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Bullit’ten “peygamber diplomat” olarak söz edilmeye başlanmıştı. 1946 yılında yazdığı, “The Great Globe İtself” adlı kitabında Sovyetler’e karşı yapılması gerekenleri anlatarak Amerikan yöneticilerini ikna eden Bullit, son tahlilde başarılı oldu.
Komünizme karşı din silahını kullanmayı öneren Bullit, 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan durumu değerlendirerek Federal Dünya Hükümeti kurma ideali temelinde hareket edilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Sovyetlerin yıkılmadan bu projenin hayata geçemeyeceğini söyleyerek Sovyetlerin yıkılması için dünya çapında çalışmalar yürütülmesini istemiştir. Gayet yakından bildiğimiz “Yeşil Kuşak” projesiyle Türkiye ve onun gibi ülkelerde eğitim programlarına dini içerikler yerleştirilirken sosyal yaşamda da dinci örgüt ve cemaatler beslenerek büyütüldü. Devlet yönetimleri, dini inancı hayatın her alanına soktular.
Bullit, Federal Dünya Hükümeti’ni kurmanın bir alt aşaması olarak Avrupa Federasyonu, Orta Doğu Federasyonu ve Asya Federasyonu gibi dünya üzerinde bölgesel birliklerin kurulmasını önermiştir. ABD’yi de dünyadaki tüm dinlerin komutanı olarak ilan etmiştir.
Türkiye Bu İşin Neresinde?
1938’den sonra ülkeyi İngilizlere, 1945’ten sonra da dünyanın tek süper devleti olan ABD’ye satan İnönü ile başlayan bu süreçte Türkiye, ABD politikalarına teslim edildi. Menderesler, Gürseller, Demireller, Kenan Evrenler, Özallar, Ecevitler ABD’nin din devleti projesine destek oldular. ABD, Türkiye’ye değişik dönemlerde, İslam’ın lideri olma ve Türk-Kürt Federasyonu kurma önerilerinde bulunmuştu. 1990’lı yıllarda Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte ABD’nin nezdinde Türkiye’nin konumu ve işlevi değişti. NATO’nun güney kanadını koruma görevi sona eren Türkiye’nin üniter devlet olarak bütünlüğünün korunması politikası terk edilerek adem-i merkeziyetçi yönetim şekli desteklendi. Bu temelde çalışma yürüten siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri desteklendi. Diğer yandan Türkiye, büyük bir hızla İslam’a yöneltilerek, özü gitmiş ve iskeleti kalmış eski devlet ortadan kaldırıldı. 20 yıllık AKP iktidarında din devleti pekiştirildi.
Bugün Türkiye’de emperyalizmle işbirliği yapan egemen güçler, Tüm dünya Müslümanlığını içine alacak bir Asrika Devletler Federasyonu’nu kurmak için var güçleriyle çalışıyorlar. İstanbul’un başkent ve bu devletin dilinin Arapça olacağı federasyona, Orta Doğu’nun Arapları, Afrika kıtasının Müslüman ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri katılacak.
Bu Projenin gerçek sahipleri ve yöneticileri; ABD, İngiltere ve siyonizmin temsilcisi İsrail’dir.
Küresel kapitalist sistemin hedefi olan Tek Dünya Devleti’nin bir alt aşaması olan Asrika projesi adım adım kuruluyor. Emperyalistler, Tüm Müslüman dünyasını kontrol ettikleri merkez eliyle yönetmek istiyorlar. Batının oyun kurucuları, değişik dönemlerde Müslüman dünyasının bir merkezinin olmamasının büyük bir eksiklik olduğunu belirtiyorlardı. İstanbul’un merkez olduğu hilafet makamının oluşturulma çalışmaları yürütülüyor. Türkiye’ye 8-10 milyon mülteci de bu amaç doğrultusunda getirildi.
Arap ülkelerinden, Afika’dan, Pakistan’dan gelen ve Türkiye’de yaşayan mültecilerden seçilen öğrenciler sınavsız olarak üniversitelere yerleştirildiler. Bu okullardan çıkacak öğrenciler yarın kurulacak olan Asrika’nın bürokrasisini oluşturacaklar.
Türkiye’deki muhalefet ve şaşkın solcular, mültecileri tek başına AKP yönetimi getirmiş gibi bir muhalefet yürüterek emperyalizmin etkisini gizliyorlar. Bu uluslararası bir projedir. Bu projenin Türkiye görevlisi olan sağcılar, dinciler, solcular, milliyetçiler ve sosyalistler vardır.
Bilinmelidir ki, Türkiye’de mülteci destekçiliği yaparak sağa sola saldıranların tümü Asrika projesinin dolaysız destekçileridirler.
AKP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı, 2023 propagandası ile eski devletten kalma yasaları ve kurumları tasfiye ederek çok kültürlü ve çok hukuklu federal din devletini oluşturmaya çalışıyor. Bu temelde politikalar geliştiriyor.
AKP’nin karşıtı gibi davranan Millet İttifakı ise içi boş bir Saray Karşıtlığı ve Tayyip Düşmanlığı ile Türkiye’de olanları kişiselleştirerek hedef saptırıyor. En ilkel haliyle bile sokaktaki bir insanın görebildiğini söylemekten bir adım öteye gidemiyor. Madenlerin yağmalanması, ülke topraklarının satılması, tarımın çökertilmesi, demografik yapının bozulması ve en önemlisi de rejimin küresel sistemin çıkarları temelinde değiştirilmesi için AKP iktidara getirildi. İktidarda muhalefet de olsaydı durum yine değişmeyecekti.
2000’li yıllarda AKP iktidara taşınırken kaset operasyonlarıyla da CHP yönetimi değiştirildi. Rejime uygun bir muhalefet oluşturuldu. CHP yönetimi, 20 yıllık AKP iktidarında sorumlu (!) muhalefet yürüterek sisteme hizmet etti. Genel seçimlerin yaklaştığı bu günlerde CHP yöneticileri, uygulanan AKP politikalarının sorumluları olan Davutoğlu ve Babacan’ı yanlarına alarak Türkiye’yi düzlüğe çıkaracaklarını iddia ediyorlar. Türkiye’nin başına mülteci belasını musallat eden kişi Başbakan Davutoğlu’dur. Babacan ise küresel sistemin vazgeçilmez bir görevlisidir. Geçtiğimiz günler içinde Diyarbakır’da Türkiye’yi böleceğini “altını çizerek” açıklamıştı. Altılı Masa diye anılan oluşumun hazırladığı 42 sayfalık raporda düzeltmelerinin yapılması için bir AB elçisine verildiğini İçişleri Bakanı Soylu açıkladı. Her konuda iktidara laf yetiştiren muhalefet, bu konuda ise tam bir ölüm sessizliğine büründü.
Muhalefet susarak AB güdümlü olduğunu kabul etti.
AB, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak güçlenmesini istemiyor. Bu amaç doğrultusunda zayıflatılmış, görünüşte laik olan, etnik ve dini olarak bölünmüş federal bir Türkiye istiyor. Alevileri, ayrı bir din ve azınlık olarak örgütlüyor. AB, Türkiye’nin Türk ulusu vurgulu, üniter ulus devlet olmasını istemiyor. Devletin tüm kademelerinden Atatürk’ün tümüyle tasfiye edilmesini istiyor. İşte o yüzden 6 parti, Atatürk’süz bir devlet modeli önerdiler. Aslında onların istedikleri ve özlem duydukları anayasa, 1921 anayasasıdır.
AKP, MHP, CHP, İYİ Parti, DEVA, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, HDP yetkilileri, yapılacak yeni anayasanın 1921 Anayasası’nı referans alması gerektiğini değişik dönemlerde açıklamışlardı.
Bu partilerin tümü federasyoncu olup üniter devletin düşmanıdırlar.
Bugünün koşullarında 1921 anayasasını savunanlar Atatürk’ün, çağdaş ulus devletin ve Türk ulusunun da düşmanlarıdırlar. İşte o yüzden Atatürk’ün 1936 Anayasası’nı onlar,“vesayetçi” ilan ettiler. Şimdi AB’li efendilerinin olurunu alacak bir adayı bulma telaşı içindeler.
Son olarak da Cumhur ve Millet İttifaklarının dışında HDP tarafından oluşturulan 3. ittifaka değinmekte yarar var.
Üçüncü Yol
Siyaset oyununda şu anda istenmeyen oyuncu durumunda olan HDP, her zaman eteğine yapışan sol, sosyalist (!) partileri yanına alarak, “Madem beni demokrasi oyununa almıyorsunuz, o zaman ben de karşı mahallenin çocuklarıyla oynarım.” dedi. HDP’nin bir el işaretiyle zaten hazırda bekleyen partiler, oluşumlar koşa koşa HDP’nin masasına oturdular.
Toplantıya TİP, Emek Partisi, Halk Evleri, Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) gibi partiler katıldılar. Sol Parti ve Komünist Partisi, PKK’nın kuyrukçusu olmaktan sıkılmış olmalılar ki “demokrasi oyununa” katılmadılar. Neredeyse yarım asırdır Kürt milliyetçiliğinin baskın karakteri altında ezilen ve sosyalist değerleri çöpe atmış bu sözde partiler, kendilerine yeni bir kişilik yaratma çabası içine girdiler. Bunu yaparken bile düşündüklerini açıkça ortaya koyma cesaretini kendilerinde bulamıyorlar. Emperyalizmin bölgedeki operasyon örgütü olan ve siyonist planların görevlisi bu karşı devrimci siyasi hareketle siyasi bir hesaplaşmaya giremiyorlar. Tek yaptıkları şey, PKK- HDP çizgisiyle aynı karede yer almamayı bir çözüm gibi görüyorlar. ABD, Kuzey Suriye’de maaş verdiği PKK’lı sayısını 17 binden 19 bine çıkardı. CIA’dan maaş alarak “özgürlük” mücadelesi verenlerin karşı devrimci durumu nedense bu partilerin gündeminde hiç yok. Bu durum karşısında yaptıkları tek şey ise üç maymunu oynamak.
Sol Parti, Komünist Partisi’nde var olan endişeler, TİP, EMEP ve Halk Evleri’nde ise hiç yok!
Onlar, HDP’nin kuyrukçusu olmaktan dolayı çok mutlular. Seçimlerde partilerinden bir kişiyi HDP’nin inayetiyle Meclis’e soktuklarında demokrasi mücadelesinden zaferle çıkmış gibi seviniyorlar. Tek başlarına seçimlere girdiklerinde ancak Vatan Partisi kadar oy alabilecek seçmen kitlesini içinde barındıran bu partiler HDP listelerinden Meclis’e girdiklerinde de zaferin diyetini HDP’den daha HDP’ci olarak ödüyorlar. Emperyalizmin, siyonizmin Orta Doğu görevlisi olan Kürt milliyetçiliğinin içinde yer alarak ve bu politikalar savunulduğunda olan sosyalist değerlere ve ilkelere oluyor.
HDP’nin sağ kanadından yükselen bazı sesler HDP’nin, kendi başına bir değer olamamış ve kimlikleri olmayan sözde sosyalist partilerle demokrasicilik oynamasına itiraz ediyor. Altan Tan, “ HDP, ittifak adı altında hiçbir karşılığı olmayan bir sürü insanı meclise taşımadır. Ve nitekim şu an HDP grubunun da önemli bir kısmı hayatı boyunca sınıf başkanlığı bile kazanmamış, kazanamamış bir sürü insanı parlamentoya taşımaktan öte bir netice ortaya koyamamıştır.” diyor.
HDP, sol partileri yanına alarak Millet Cephesi’yle yapacağı oy pazarlığında elini güçlendirmek istiyor.
HDP, Türkiye’nin etnik ve dini olarak ayrışmasını ve federal bir sisteme geçmesini kırmızı çizgi olarak savunuyor. Bu koşula hizmet edecek ve altına imzasını atacak herhangi bir adayı destekleyeceklerini açıkladılar.
Yazının başında Türkiye’nin, emperyalizmin istekleri doğrultusunda etnik ve din yönden ayrıştırılmasını tüm partiler savunup buna ilişkin bir politika yürütüyorlar. Sağ ve sol parti yetkilileri konuşmalarına, “Türkler, Kürtler, Ermeniler, Müslümanlar, Aleviler…” diyerek başlıyorlar. Toplumu iyice ayrıştırıp insanların beynine ayrılığın zehrini akıttıktan sonra da “Aslında biz, farklılıklarımızla bir bütünüz” diyerek saçmalıyorlar. Türkiye’nin politikacılarının neden böyle bir söylemde bulunduklarının yanıtını siyonist kaynaklarda buluyoruz.
1982 yılında Siyonist Odet Yinon tarafından yazılıp Dünya Siyonist Örgütü’ne bağlı Enformasyon Dairesi’nin yayın organı Kivunim tarafından basılan rapor, Orta Doğu’yu Osmanlılaştırarak devletleri etnik ve dini yönden bölünmesini öneriyordu. İsrail’li bir yazar olan İsrael Shahak, “The Zionist Plan for the Middle East” adlı çalışmasında şöyle diyor:
1982’de Siyonist örgüt tarafından yayımlanan Proje’de, Irak’ın da Basra çevresinde güneyde bir Şii devleti, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt bölgesi, ortada Bağdar çevresinde bir Sünni devleti olarak üçe bölünmesi amaçlanıyor. Irak bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bölünmüş bir ülke olarak, İsrail’in hedefi olmaya adaydır. Irak’ın bölünmesi İsrail için Suriye’nin bölünmesinden çok daha önemlidir. Nüfusun %65’inin iktidara hiçbir siyasi katılımı yok. İktidar, %20’lik bir seçkin tabakanın elinde. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık var. İktidardaki rejimin elinden, ordu ve petrol gelirleri alındığında Irak’ın gelecekteki durumu, Lübnan’ın geçmişteki durumundan farklı olmayacak. Irak etnik ve mezhepsel olarak bölünecek; kuzeyde bir Kürt Devleti, ortada bir sünni ve güneyde Şii devleti. Lübnan beş bölgeye bölünecek: Bir Maruni-Hristiyan Bölgesi. Bir Müslüman Bölgesi, bir Dürzi Bölgesi, bir Şii Bölgesi ve Haddad’ın milisleri aracılığıyla İsrail’in denetimi altında olacak bir bölge…Sıra Suriye’nin etnik ve mezhepsel olarak bölünmesine gelecek; kıyıda bir Alevi Devleti, Halep’te bir Sünni Devleti, Şam’da ayrı bir Sünni Devleti ve Golan, Hauran ve Kuzey Ürdün’de bir Dürzü Devleti. İsrail’in güvenliği için Suriye’nin parçalanması zorunludur.
Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı – Cengiz Özakıncı- Say:469
1982 yılında yazılan siyonist raporda, yapılması gereken şeylerin neredeyse tümü gerçekleştirildi. Şimdi sıra Türkiye’de… Siyasi partilerin tümü 2023 seçimlerinden sonra mutlaka yeni bir anayasanın yazılması gerektiğini söylüyorlar. Bu partilerin yazacakları anayasada siyonist hedefler doğrultusunda “her inanca, her gruba özgürlük” sloganlarıyla aynı Irak’ta olduğu gibi etnik, dini bölünme hukukun içine yerleştirilecek.
Bugün Türkiye’de Atatürkçü, üniter ulus devleti savunan bir parti ve cephe yok. Atatürkçülerin, solcuların, çağdaşlıktan, bağımsız bir Türkiye’den yana olanların tutunacakları bir dalı yok. Herkes, ‘Başkan Kılıçdaroğlu mu, İmamoğlu mu yoksa Mansur Yavaş mı olacak?’ tartışmasını yürütüyor. Kişilere bağlı bir siyasetin Türkiye’yi açmazlara sürüklediğini geçmiş dönemdeki deneyimlerimizden öğrendik. Kişilerin satın veya teslim alınması emperyalizm açısından oldukça kolay bir işlemdir. Zaten politik sahnede rol kapmış olanların çoğunun Batılı merkezlerle içli dışlı olduklarını basından bile görebiliyoruz. ABD ve AB elçilerinin kankası olanların bu halka verebilecekleri olumlu bir şey yok.
Şu anda oluşan Cumhur Cephesi, Millet Cephesi ve HDP’nin çevresinde oluşan Demokrasi Cephesi’nden halka yararlı bir sonuç çıkmaz. Cephelere bölünmüş ve düşmanlıkları tetikleyen bu gerginlik ortamında sağlıklı bir düşünce de gelişmiyor. Aslında aynı siyasal tezleri savunan bu düşman kardeşlerin sürdürdükleri kayıkçı kavgasında olan Türk halkına olacak. Dar anlamda seçimlere yönelik olarak çatışmalı günlere doğru hızla gidiyoruz. Yine geçmiş dönemde olduğu gibi Tayip’le yeni bir Ekmeleddin’in yarıştığı bir seçime tanık olacağız. İnsanlar, iki benzerden birini seçmeye zorlanacaklar.
Oysa bugün bizi kurtaracak sahte kahramanlardan ziyade, Cumhuriyet değerlerini kararlı bir biçimde savunan, halkçı bir programa ve bu programın doğruluğuna inanmış sağlam kadrolara ihtiyacımız var. Aklımızı, cepheci anlayıştan kurtararak, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar üçgeninde yani dünyanın merkezi yerinde yeniden yüz yıl önce yapıldığı gibi Türk ulusu, devletini gerçekten Atatürkçü bir anlayışla emperyalizmin her türlü komplosuna karşı durarak yeni baştan inşa etmelidir.