Yazdığım son üç yazıda aydınlanma ve çağdaşlaşma mücadelesinin şiir alanındaki yansımalarını, Tevfik Fikret ve Mehmet Akif tartışması üzerinden anlatmaya çalıştım. Hiç şüphesiz ki Türkiye’de bu mücadeleyi veren başka yazarlarımız, sanatçılarımız ve siyasetçilerimiz de oldu. Karanlığın son bulmasını isteyen, aklı ve bilimi temel alan aydınlarımızın bir çoğu bu yolda çok ağır bedeller ödediler.
İşkence gördüler.
Hapis yattılar.
Can verdiler.
Baskı görme, çile çekme, hapis yatma denilince de ilk aklımıza gelen sanatçılarımızın başında Nazım Hikmet gelir.
Ben bu yazımda Nazım’ın sanatçı kişiliği, yaşamı üstünde durmayacağım. Siyasi duruşunu, mücadelesini, aşklarını anlatan onlarca kitap kütüphane raflarında okuyucuları bekliyor.
Yazı serisinin birincisinde Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim şiirini ele alarak değerlendirmiştim. Fikret bu şiiriyle aklı ve bilimi bir kenara koyarak inancı temel alan anlayışın insanlığa ve onun sorunlarına bir çözüm sunamayacağını anlatıyordu. Onun bu düşüncesine karşı olanlar hemen saldırıya geçmişlerdi.
Tevfik Fikret’in ölümünden 4 yıl sonra 1919’da Moskova’da bir öğrenci Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat alanlarında eğitim alıyordu.
Adı anılan bu kişi Nazım Hikmet’ti.
On beş yaşından beri şiir yazan Hikmet, bir yandan sosyalizmin teorik temellerini öğrenirken aynı zamanda yeni kurulmakta olan sosyalizmin pratiğini de yakından görüyordu. Paris Komünü deneyiminden sonra dünyada ikinci kez emekçi sınıflar devlete egemen olarak iktidarlarını sağlamlaştırma mücadelesi veriyorlardı.
Moskova’da iç savaşın getirdiği sıkıntıların yanında aydınlar, sanatçılar arasında da canlı bir tartışma ortamı vardı. Sosyalizmin inşa sürecine katılan sanatçılar, devrimin coşkusunu kitlelere taşıyacak yapıtlar ortaya koyuyorlardı.
Nazım Hikmet’in 1921 yılında yazdığı Meşin Kaplı Kitap şiiri, tema olarak Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim adlı şiirine benzer özellikleri içinde barındırıyor. Her iki şiir de insanlığın düşmanı olan dinci bağnazlığa karşı duruşu ifade eder. Yalnız Nazım Hikmet, geçmişe ve geleceğe bakarken olguları sınıflar mücadelesi açısından ele alıp değerlendirir ve karşıtı olduğu güçleri daha yüksek bir sesle eleştirir.1926 yılında yazdığı Berkley adlı şiirinde idealist felsefenin önemli savunucusu olan Berkley’in düşüncesiyle hesaplaşma içine girer.
Bu yazı serisinin sonunu, Nazım Hikmet’in Meşin Kaplı Kitabıyla getirmek istiyorum. Akla, bilime, laikliğe saldırılarak, Cumhuriyet’le hesaplaşmanın içine girildiği bu günlerde Nazım’ın konuyla ilgili bir şiirini okumanın her şeyden önce akıl sağlığımıza ve moral değerlerimize iyi geleceğini düşünüyorum.
Meşin Kaplı Kitap Yaldızlı meşin kabı Parçalanmış kitabı, Ay altında dün gece Deli bir derviş gibi, Mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi, Okudum saatlerce... Yaldızlı meşin kabın Parçalanmış koynunda uyuklayan kitabın, Çevirdikçe küf kokan her sarı yaprağını Sandım ki eşiyorum bir mezar toprağını. İnce el yazıları canlandı birer birer Masallarda çizilen yüzleri gösterdiler: İblis bir yılan oldu, Âdem Havva’ya kandı, Kardeşini öldüren lânetli ruhu gördüm. Koca tahta bir gemi ummanlarda çalkandı, Ufuklardan güvercin bekleyen Nuh’u gördüm. İsmail’in topuğu kumdan çıkardı zemzem. Turu Sina’da Musa kaldırdı kollarını, Asasını vurunca yarıldı Bahri Kulzem Buldu Beni İsrail Kudüs’ün yollarını. Zekeriya zikrini Bir sonsuz aha verdi, Doğdu İsa, bikrini Meryem Allaha verdi, Kureyşi Muhammed’e kucak açtı Medine Bir ateş mezar oldu Kerbelâ Hüseyin’e... Sayfalar döndükçe bunlar hep birer birer Doğrulup devrildiler. Ay battı güneş doğdu. Kalbimde ateş doğdu. Yaldızlı meşin kabı Parçalanmış kitabı Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya Attım kör bir kuyuya... Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!... Karanlıkta çizilen izleri görmek için, Görüp yüz sürmek için, Yazık, yazık bize ki bir çırağ gibi yandık... Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet. Çalışan esirlere İsa, Musa, Muhammet, Sade bir satır dua, bir tütsü, buhur verdi Masal cennetlerinin yollarını gösterdi. Ne beş vaktin ezanı, ne Anjelüs çanları Zincirden kurtarmadı yoksul çalışanları. Yine biz köleleriz, efendilerimiz var, Yine her mel’un taşı yosunlanmış bir duvar, Esir- efendi diye koymuş da adlarını, İki bahta ayırmış arzın evlâtlarını. Efendi işletiyor, esir işliyor yine. Yine efendilerin gümüşlü sofrasından, Kar gibi ekmeğinden, şarap dolu tasından Kırıntı, artık bile düşmüyor işleyene. Yine biz esir geçen her günün akşamında Eve sadece bir lokma ekmek getiriyoruz. Gece yağmur inlerken evimizin damında Isınabilmek için güneşi bekler gibi Birbirine sokulan hasta köpekler gibi Yırtık yorganımızın altında titriyoruz. Çiftimiz, balyozumuz, sonsuz çalışmamızla, Asırlardır bağrında inleyen kazmamızla Heyecana geldi de kara toprağın kalbi, Kendini teslim eden taze bir kadın gibi Çiçeklerle donandı dünya isimli ağaç. Biz bu ağacımızın dibinde ölürken aç, Efendiler gösterip sırıtan dişlerini Birer birer topluyor bütün yemişlerini... Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler Ebedi karanlığın boğulsun kollarında Artık temiz ruhların aydınlık yollarında Sade bir din, bir kanun, bir hak: İşleyen – dişler... Nazım Hikmet 1921