Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında yaşamış iki ünlü şairimizdir.
Tarihi gelişim sürecinin dışında kalmış, ekonomik olarak gelişen Batı kapitalizminin yarı sömürgesi olan Osmanlı Devleti, her yönüyle dağılma ve çöküşün izlerini üzerinde barındırıyordu. Batıdaki fikir akımlarından etkilenen aydınlar, ülkenin bu zor durumdan çıkması için meşruti yönetim hedefine yönelik bir mücadele yürüttüler.
2. Abdülhamit’in istibdadına iki şairimiz de karşıydı. 1908 Devrimi’ni iki şairimiz de sevinçle karşılayıp desteklediler. Fakat iktidara gelen İttiatçı yönetimin kısa zamanda yozlaşması her iki şairde de büyük hayal kırıklığı yarattı.
Mehmet Akif, dünyayı dini inançları temelinde ele alan, değerlendiren ve sorunlara yönelik olarak da dini çözümler öneren bir şairdi.
Felsefi olarak idealisti.
Tevfik Fikret ise dünyaya materyalist gözlerle bakıp, olayları ona göre yorumluyordu.
Her iki şairin dünyayı ve olayları çok farklı açıdan bakarak yorumlamaları, zaman içinde aralarında sert geçen tartışmalara neden olacaktı.
Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazdığı Tarih-i Kadim şiiri, 1912 yılında şairden habersiz olarak arkadaşlarınca yayımlanır ve büyük yankı uyandırır. Fikret bu şiirinde dine ve onun kurumlarına büyük eleştiriler getiriyordu. Dini duyarlılığı fazla olan Mehmet Akif, bu şiire, “peygambere küfredildiği” gerekçesiyle şiirle yanıt verir.
Mehmet Akif’in yanıtı, Sebilür – Reşad’ın 29 Ağustos 1918 tarihli 367. sayısında yayımlanır.
Türk edebiyatında Fikret-Akif Kavgası olarak bilinen bu kavga, aslında çok eski olan materyalizm ile idealizmin kavgasıdır.
Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim (Geçmiş Tarih) şiirini günümüz Türkçesiyle ve Mehmet Akif’in yanıtını sizlere sunuyorum.
Tarih-i Kadim İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu Ve başlar bize maval okumaya. Ninniler uydurup uyutur bizi dedelerimizden derin boşluklar içinde, uzun, zifiri karanlık hayatından. Gösterir bize evvel zamanı, tek doğru, en güzel örnek, der. Bakarsın gelecek günlerin farkı yok, geçen geceden, Senin tarih dediğin işte budur, alnında altı bin yıllık buruşuklar ve bir o kadar da kuşku. Başı geçmişe bir düşe değer, sürünür ayağı bomboş bir geleceğe, bir deri bir kemik, ayakta zor durur Ben hiç tiksinmem ondan, karşıma alırım onu arada bir, anlat bakalım, derim, şu eskilerden. Bir parça feylosofa benzer o, bir parça sırtlana benzer, berbat suratıyla da bir hortlağa. Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin, başlar paslı, boğuk bir sesle bir bir bana anlatmaya, sırasıyla, ne olmuş ne bitmişse; Hep yıkım üstüne yıkım, acı üstüne acı! Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu, çöküverir ağır gölgesi bir bulutun, kanlar yağar dört bir yana. En başta kanlı bir bayrak. Kanlı bir taç gelir arkasından. Sonra araçlar sökün eder kan içinde: Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak, mancınık, top, tüfek, sapan. Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri. En son alay alay esirler geçer. Yenen bir kişiye yenilen on kişi, çiğneyen haklı, yenilen hapı yuttu. Yıkımlara, acılara alkış tut, yüksekten bakanlar önünde eğil, insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk, doğruluk lafta, yürekte değil iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda. Bir gerçek var, tek bir gerçek; Eli kolu bağlayan zincir. Bir tek şey var sözü geçen: yumruk. Hak güçlünün, kötünün yanı. Uzun lafın kısası; Ezilmeyen ezilir! Nerde bir şeref var, iğreti, Nerde bir mutluluk var, yama. Bir şeyin ne başına inan ne sonuna. Din şehit ister, gökyüzü kurban Her yanda durmadan kan akacak, durmadan her yanda kan! İşte böyle inler, sayıklar o, anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü ne yolda, nasıl sürdüğünü. Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında. Duyarım sesinin titreyen kuyusunda yankısını korkunç bir iniltinin, ben de başlarım birdenbire titremeye, toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana. Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık indir bu acıklı sahnenin perdesini! Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık! Sen de, gelenekçi iskelet, yazdığın kara yazılara bir son ver, aydınlığa susadık biz aydınlığa susadık, Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var? Bizden iyi geceler onlara, bizden onlara iyi uykular! Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş, koşuyorsun karanlıklara doğru? Kanla oynamış gibisin, kırmış geçirmişsin insanoğlunu. Sen buna kahramanlık mı dedin? Onun kökü kan ve hayvanlık be! Şehirler çiğne, ordular dağıt, kes, kopar, kır, sürükle, ez, vur, yak ve yık. Yalvarmalara yakarmalara boş ver, gözyaşlarına iniltilere aldırma. Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri, ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun. Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda, kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer, mezar taşına dönsün her ocak, damlar çöksün yetimlerin başına. Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk! Hey bana bak, başbuğ musun ne? Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle! Her başarı bir yıkım bir mezarlık, işte bir yavrucak yatıyor şurda, ey cihangir, onu gör de utan! Devril bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril, nice acılar verdin bütün insanlara, inim inim inlettin bütün insanları. Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol, hep senin yüzünden yoksulluğu insanların. Göz yaşından incilerin nerde hani? Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen! Eski çağlar kanmış size? Ey kan içinde kargalar, bütün karanlıklar sizinle dolu! Artık yeter fikri susturduğunuz, yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın. Hadi gidin tarih korusun sizi, - haydutlara en iyi sığınaktır gece- gidin, yok olun siz de o mezarlıkta. İşte en gerçek özgürlük düşümüzdeki gelecek çağlarda: Ne savaş, ne savaşan, ne salgın, ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen, ne yakınma, ne de zulmün kahrı, ne tapılan, ne tapan, ben benim, sen de sen! Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman, kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini, savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne? Belki duyulmadık bir öykü, belki korkunç bir masal. Çok sürmez köhne kitap, fikri gömen sayfaların bugün olmazsa yarın yırtılacak. Ama kim yapacak dersin bu işi? Bu böyle büyük, öyle kocaman devrim ki, hangi güç kalkar, ben yaparım der? Yerlerin ve göklerin sahibi mi? Tamam, işte oldu şimdi! Yeri göğü elinde tutan kibirli, o somurtkan ve dokunulmaz. Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi? Gökyüzü, sen söyle, yüzyıllarca sel gibi akan su, - şimdi esrik bir ağzın türküsü, kuru sesi zindandaki bir adamın, iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi, bir geniş”oh!”, bir derin “eyvah!”, bir yakarış, bir övgü, Şimdi tüy gibi bir rüzgar, Şimdi ağzın bir kasırga. Dokunaklı bir yakınma şimdi, sabredemeyen bir başka kakma, bir titreme, bir çan sesi, bir savaş davulunun gümbürtüsü, için için ağlaması çaresizliğin, kahrın iyilik bilir kişnemesi bir söylev, apaçık, gürül gürül, Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış, bir rahatlık bir iç sıkıntısı, Şimdi korkunç bir haykırma- bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla inleyen boş kubbe, sen söyle! Sen ki her sesi yankılayansın, söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde, daha yukarlardaki şu tanrı katına hangi sesin yankısı varabilmiş ki? Hangi dua kabul olmuş bu güne dek? Dinlerim seni, göklerin tanrısı, din ulularından dinlerim seni: ‘Ne benzeri var, ne noksanı, canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce. Odur veren yiyeceği içeceği, düşleri gerçek yapan o, bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan, açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan, el uzatan yoksullara ve çaresizlere, her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören...’ Seni böyle övüp duruyorlar işte. Oysa senin en üstün özelliğin ne, ‘Ortaksız’ oluşun değil mi? Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak. Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden. Ve topu ortaksız ve tek. Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var, ve topunun yukarlarda bir gökyüzü. Bütün ordan gelir yüreğe doğan. Topunun güneşi ayı, yıldızları var, ve topunun görünmez bir tanrısı. Topunun adanan bir cenneti var, ve topunun bir varlığı, bir yokluğu, ve topunun saygıdeğer bir peygamberi, ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar, ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar. Tanrılar ne derse onu yapacak halk, sabırla ve kahırla olacak iki büklüm. Ama tanrılar ne derse onu yapacak. İnanası gelmiyor bunların hiçbirine. “Ne bileyim?” diyor kime sorsam. Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa? Belki aldanmak yaşamanın gereği. Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir, belki ben hiçbir şeyin farkında değilim, karıştırmaktayım ‘yok’la ‘var’ı Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı? Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru. İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan. Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden. Kimbilir, öbür dünya belki de var. Madem bu beden o ölümsüzün işi, ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde? Hadi diyelim aslımız toprak bizim, sen gel onu kederden bir çamur yap, - her yeri kanla, göz yaşıyla dolu- insaf be, bu kadar da olur mu? Sen gel hem oktan var et, sonra da ettiğini boz, kötüle. Hiçbir yaradandan ummam bunu: Yaradan yok eder, ama perişan etmez! En zorlu düşmanın işte, tanrı, boğmak ister seni ulu katında, çok iyi tanırsın sen o yılanı, onun kızgın zehrinden bir vakitler bize bir tadımlık vermiştin hani, Kuşku!En zalim en güçlü düşman, Bunu ya bildin ya koydun kafamıza, ya da bilemedin işin nereye varacağını. ‘şeytanlık, düzen, sapıklık’ denen şey var ya, bugün yerinden yurdundan edecek seni o. Tapınağında ışıkları söndürüyor, elleriyle parçalıyor heykelini, Sense, iler tutar yanın kalmamış, göçüp gidiyorsun olanca gücünle. Burçlarında yıkılmalar falan hani? Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının? O kızgın soluğun hani nerde? Ne cehennemlerinde bir kaynama var? Ne büyük acını gören bir göz. Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama. Oysa bir ufak parçası kopsa insanın, bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma. Sen Yeryüzü ve Gökyüzünle göç gir de, bir inilti bile duyulmasın ortalıkta Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor. Zaten yalana ağlasa ağlasa, bir ikiyüzlüler ağlar, bir de ahmaklar. Tevfik Fikret
Tevfik Fikret’in şiiri yayımlandıktan sonra Mehmet Akif, “Sabilerin yüreğinden kopardı imanı” diyerek tepki gösterir. Süleymaniye Kürsüsünde bir konuşma yaparak şöyle der:
“Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok; Filozof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok Şimdi Allah’a söver... Sonra biraz bol para ver; Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!”
Tevfik Fikret, Mehmet Akif’in bu dizelerine iki yıl sonra “Tarih-i Kadim’e Zeyl” adlı 80 dizelik bir şiirle yanıt verir. Fikret, bu şiiri yazdıktan dokuz ay sonra ölür. Tarih-i Kadim’e Zeyl şiirinde Fikret düşüncelerini daha sert bir biçimde ifade eder.
Yazının 2. bölümünde bu şiiri ele alacağız.