Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde, “Özellikle iktidara giden yolun sandık yerine yabancı devletlerin kapısında aranmasını, demokrasimiz adına çok tehlikeli görüyoruz. Büyükelçilerin, özellikle muhalefet tarafından arzuhal makamına dönüştürülmesi, Türkiye’nin bağımsızlığı adına vahim bir durumdur. Hele hele ağızlarını her açıklarında, ‘Atatürk’ün partisiyiz’ diye övünenlerin, siyasi geleceklerini, dış güçlerin icazetine, yardımına ihsanına bağlanması gerçekten utanç vericidir.” diye konuşmuştu.
Doğru söze ne denir?
Bu cümlelerde ifade edilen düşünceye tümüyle katılıyorum.
Ama katılmak yetmiyor…
Muhalefete ilişkin olarak yukarıdaki söylenenlerle yetinirsek, Türkiye’nin gerçeklerini tam ifade etmediğinden dolayı fotoğrafı net olarak göremez yanlış yollara saparız.
ABD Başkanı Joe Biden 2019 yılı sonuna doğru New York Times editörleri ile yaptığı toplantıda Türkiye ile ilgili değerlendirmesinde, “Bence yapmamız gereken ona (Tayyip Erdoğan’a) karşı farklı bir yaklaşım izlemek. Muhalefetin liderlerini desteklediğimizi açık şekilde belirtmeliyiz. Ama hâlâ geçmişte yaptığım gibi, onlarla (muhalefetle) doğrudan iletişimde olup, hâlâ var olan unsurlarını destekleyip onları Erdoğan’ı mağlup etmeleri için cesaretlendirebiliriz.”demişti.
Dikkat ederseniz, son aylarda Kemal Kılıçdaroğlu’na, Meral Akşener’e bir cesaret geldi ki hiç sormayın!
Yumruklarını masalara vurarak, ses tonlarını yükselterek “Hesap soracağız!” diyorlar.
Bu cesareti nereden aldıklarını hep merak ediyordum. Demek ki onları cesaretlendiren bir güç varmış.
Kemal Kılıçdaroğlu, AB’ye üye devletlerin Büyükelçileriyle toplantı üstüne toplantı yapıyor. Yemek ziyafeti veriyor.
ABD Ankara Büyükelçisi ile teke tek görüşüyor.
İngiliz Büyükelçisi, Ekrem İmamoğlu ile birlikte boğazda karlı bir kış günü kalkan ciğeri yiyor.
Ardından, ABD Ankara Büyükelçisi Ekrem İmamoğlu’nu makamında ziyaret ediyor.
Görüşmeler, Biden’in dediği gibi. “…Muhalefetin liderlerini desteklediğimizi açık şekilde belirtmeliyiz.” tarzında sürdürülüyor.
Bu durumu gören Erdoğan da muhalefeti Atatürk’lü cümlelerle eleştiriyor.
Son günlerde yandaş medya ise; “Karda, tipide görevi bırakıp 3 saat nereye kayboldun? Neden elçilerle birlikte balık yedin?” tarzında verilen haberlerde İmamoğlu’nu köşeye sıkıştırmaya çalıştı.
İmamoğlu da, ABD ve İngiliz elçilerinin kendisine gösterdikleri ilgiden hoşnut kalarak yaptıklarını cesaretle savundu.
Basında Ekrem İmamoğlu’nun elçilerle görüşmesi konusu ele alınıp değerlendirilerek politikacıların yabancılarla işbirliğine girme davranışı şiddetle eleştiriliyor.
Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı, istihbaratçı Bülent Orakoğlu, “İmamoğlu’nun İngiltere Büyükelçisi Chilcoot ile sır görüşmesi” adlı bir yazı yazdı ve istihbaratçı kimliğiyle bazı bilgileri paylaştı.
İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Chilcoot, 16 Ekim 2021’de Atina’da; Atina ve Lefkoşa İngiliz büyükelçileriyle bir araya gelmiş. Yaptıkları toplantıya Yunanistan’ın önde gelen iş, siyaset ve medya temsilcileri de katılmışlar. Toplantıyı ve içeride konuşulanları aktaran sağcı Estia gazetesinin yazdığına göre İngiliz elçiler, “Erdoğan’ın günleri sayılı, kansız bir geçişe doğru gidiyoruz.” demişler.
Yapılan bu toplantının dışarı sızdırılmasından sonra adı geçen gazete, toplantıya katılan 4 kişiye yazılanları onaylatarak katılımcıların tam listesini ve toplantının içeriğini kamuoyu ile paylaşmış. Verilen habere göre darbe seçeneği üzerinde de durularak iktidarın barışçıl bir biçimde teslimi de değerlendirilmiş.
Anlaşılan o ki, önümüzdeki günlerde ilginç sahnelere tanık olacağız.
Erdoğan, kaybedeceği seçime girer mi?
Seçime girse bile kaybeder mi?
Kaybettiği seçimde iktidarı yeni gelenlere teslim eder mi?
Bu ve buna benzer soruların yanıtlarını önümüzdeki günlerde öğreneceğiz.
Yandaş medya yazarları, Kılıçdaroğlu’nun ve Ekrem İmamoğlu’nun elçilerle yaptıkları görüşmelerden yola çıkarak bu iki şahsiyetin Batı emperyalizminin adamları olduklarının altını çizerek kendilerinin Türkiye’nin bağımsızlığından yana olduklarını öne sürüyorlar.
Acaba gerçekler onların dediği gibi mi?
Meydanlarda kitlelere, “Biz, Büyük Orta Doğu Projesi Eş Genel Başkanlığı’nı yürütüyoruz. Bizim bir görevimiz var.” diye konuşma yapılmasının üstünden çok zaman geçmedi.
AKP Programının CFR’de yazıldığı ve bunun inkar edilmediğini de biliyoruz.
Graham Fuller’in “Refah Partisi içindeki Yenilikçilerin kazanması gerektiğini” söylemesini,
Abdullah Gül’ün, ABD Dışişleri Başkanlığı’nca beş aylık kurstan geçirildiğini henüz unutmadık.
Cüneyt Zapsu’nun 2006 yılında Washington’da Amerikalılara, “…Bu adamdan yararlanın. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın… Burada ve Avrupa’da bundan yararlanmalısınız…” önerisi, gazetelerin arşivlerinde duruyor.
Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu, yönetime gelmek için yabancılarla işbirliği yapma marifetlerinin bir çoğunu AKPl’li politikacılardan öğrenmiştir.
Bizim devlet bürokratları sömürge kafalıdır. Kendilerini, bağlı bulundukları, hayran oldukları ülkenin sömürge yöneticileri gibi görürler.
Gelenekselleşmiş bu anlayışın tarihsel kökleri vardır. Osmanlı’da yönetim kadrolarında ekili olan bürokratların hemen hemen tümü Ermeni, Yahudi ve Rum gibi azınlık mensup kişilerden meydana geliyordu. Batılıların ülke içinde açtığı misyoner okullarında ve yurt dışındaki okullarda aldıkları eğitimle beyinleri yıkanıyordu. Bu bürokratlar kendilerini bağlı bulundukları ülkenin bürokratı gibi görüyorlardı. Azınlıklara mensup bu Saray bürokrasisi emperyalistlerle birlik olup ülkeyi soyup soğana çeviriyorlardı. Bu işbirlikçi, hain bürokrat tipini çok yakından tanıyan Atatürk, “Türk Gençliğine Seslenişi”nde onların neler yapabileceklerini bir bir açıklamıştır. Nitekim olaylar Atatürk’ün dediği gibi gelişti. 15 yıl sonra bir operasyonla Atatürk ve ona bağlı yurtsever bürokratlar tasfiye edildi. Yine Osmanlı’da olduğu gibi azınlıklardan gelen bürokratlar ve sınıflar devlete egemen oldular. Türkiye’nin 1938’den bu yana yaşadığı ekonomik, siyasi, kültürel sorunların altında bu tarihsel gerçeklik yatar. Bu gerçekliği göz önünde bulundurmadan yapılacak her türlü siyasi irdeleme ve atılım duvara toslamakla yazgılıdır.
Türk ulusu; azınlıklardan gelen insanların yönetimde olduğu partiler eliyle yıllardır yönetiliyor.
Önümüze sürekli çıkarılan ve onların medyasında yıldızları parlatılan çakma kahramanların ardından koşmakla geçti ömrümüz.
Bu sistem değişmedikçe de ulusun kaderi hiç değişmeyecektir.
Dindar gibi, Atatürkçü gibi, milliyetçi gibi, solcu gibi yapılarak, ayrıştırılarak, yapay düşmanlıklar ekilerek Türk toplumu uyutuluyor.
Ülkeyi yöneten ve ülkenin kaynaklarını talan eden üst kesimin akrabalık bağlarını biraz inceleyenler küçük dillerini yutma tehlikesi geçirebilirler. Üşenmeden bu konuyu araştıranlar; tarikat ve cemaatlerin,sosyalist partilerin aynı etnik çevrenin kontrolünde olduğunu, Türk milliyetçiliğinin de sosyalist hareketin de aynı güç tarafından yönetildiği bir tiyatronun tam ortasında oldukları gerçeği ile yüz yüze gelirler.
Bakanlar, başbakanlar, Cumhurbaşkanları, elçiler, generaller, parti başkanları, etkili cemaat önderleri hep bu çevrelerin içinden çıkar.
Aralarına asla Türk kökenli birilerini almazlar.
Ama her yerde “Türk ırkçılığı aldı yürüdü” gibi palavraları atmaktan da geri durmazlar.
“Türk ırkçılığı” yapan da, bu “ırkçılığı” kınayan da aynı çevreden akraba kimselerdir.
Bizler sürekli olarak onların maceralarını dinleyip, seyrediyoruz.
Cumhuriyet’in 100. yılına çok yaklaştığımız bu günlerde AKP iktidarının varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği konusunu tartışıp duruyoruz.
AKP’de çevresi de bu tüm olup bitenin farkındadır. Bu yüzden Erdoğan, “Şimdi önümüzde son 20 yılın en kritik kavşağı var. 2023 seçimleri Türkiye’nin kader seçimi olacaktır.” diyor.
Yapılacak bu seçimin; Türkiye’nin mi, yoksa AKP’nin mi kader seçimi olacağını hep birlikte göreceğiz.
Kartlar karıldı ve dağıtıldı. Restler çekildi.
İktidara talip olan Muhalefet Cephesi aynı 20 yıl önce AKP’nin yaptığı gibi yabancı elçilerle, emperyalist güç odaklarıyla iş tutarak iktidara gelme hesapları yapıyor ve bu niyetlerini hiç gizlemiyorlar.
CHP Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş, HRT Akdeniz televizyonunda geçen yıl, “Cumhurbaşkanı adayı sadece başarı ve birikimle olmuyor. Ulusal ve uluslararası karar vericilerin işaret edeceği bir insanı Cumhurbaşkanı yapacaklar.” demişti.
Doğru söze ne denir?
Lütfü Savaş, bu sözleriyle Atatürk’ten bu yana Türkiye’de uygulanan yöntemi çok güzel özetlemiş.
Son 20 yıl içinde AKP iktidarına karşı mücadele için ana muhalefetin başına Kılıçdaroğlu’nu kimler getirdi?
65 yıldır aralarında kan davası olan milliyetçilikle solculuğun liderlerini (Bahçeli- Kılıçdaroğlu) kimler bir araya getirdi.
“Ekmek için Ekmeleddin”i Erdoğan’ın karşısına aday diye kimler önerdi?
O günlerde hararetle Ekmeleddin’i basında savunanlara bugün Atatürkçü Düşünce Derneği’nde basın ödülü verildi.
Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapma operasyonunu tek başlarına Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ikilisinin organize ettiğine kim inanır?
Yapılacak bu tarihi seçimde de Erdoğan’ın karşısına çıkarılacak adayın, gerçekte Lütfü Savaş’ın dediği gibi “ Uluslararası karar vericilerin adamı” olacağı gün gibi apaçık ortadadır.
Adaylık yarışında Erdoğan’ın karşısına çıkarılacak aday konusunda Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu yarışıyor.
Göstergeler İmamoğlu’ndan yana ağır basıyor. Uluslararası çevreler, her fırsatta İmamoğlu’ndan yana olduklarını açıkça belli ediyorlar.
Kılıçdaroğlu da bu durumu görüp adaylıkta ısrar ediyor.
Başpehlivan güreşi yapacak adayın bu iki kişinin güreşinden sonra ortaya çıkacağı belli oldu.
Masa hakemi olan uluslararası güçlerin kimden yana puan vereceklerini ve kimi galip olarak açıklayacaklarını hep birlikte göreceğiz.
Yapılacak son güreşe Erdoğan; seçim deneyimi, devlet olanaklarını kullanma ve uluslararası bağlar kurma avantajı ile katılıyor. Vereceği çok büyük tavizlerle karar vericileri yeniden ikna etme seçeneğini de bir kenara not etmek gerekir.
Sonuçta kim seçilirse seçilsin gizli odalarda yapılan pazarlıklarda adaylar belirlenecek.
Bir büyük iradenin seçtiği adaylar içinden biz kendimize yeni başkan seçeceğiz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanırken oy pusulasında yer alacak adayların tümünün de “Uluslararası karar vericiler partisinden”olduklarını aklımızdan hiç çıkarmayalım ve bu siyaset tarzından farklı bir sonuç çıkmayacağını bilerek siyaset anlayışımızı ve ezberlerimizi yeniden gözden geçirelim.