Bir aydan beri her gün medyada haberi önümüze çıkıyordu.
Merak, kuşku ve biraz tedirginlik içinde beklediğimiz konuğumuz, sonunda yurdumuza gelip baş köşeye oturdu.
Beklediğimiz kardı.
Bugün pazar…
Camdan dışarı bakıyorum.
Rüzgarın önünde savrulan kar, kendi renginden olmayan her şeyi beyaza boyuyor.
Kent yaşamında alışık olmadığımız kar manzaraları, içimde pek hissetmediğim duyguların oluşmasına neden oluyor.
Gözüm havada uçuşan kar tanesinin ardına takılırken alıp beni çocukluğumun anılarına götürüyor.
Yedi – sekiz yaşlarındayım.
Annemle birlikte sıkıca giyinerek dışarı çıkıp kendimizi karın içine atıyoruz.
Kartopu oynuyoruz.
Annem beni tutup karların içinde yuvarlıyor.
Ellerim soğuktan sızlıyor ama çok mutluyum.
Bizim bu mutluluğumuza komşu arkadaşlarım da katılıyor.
Annemin, “Haydi eve girelim artık” demesine kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.
İstemeye istemeye eve döndüğümü düşünürken karşı evin kapısından çıkan adam, beni çocukluğumun anılarından çekip çıkarıyor.
Gözlerim, evden çıkan adamı izliyor. Adam, önünde duran otomobilin üstünden iki eliyle kar alıp kartopu yaptıktan sonra ileride duran çöp kovasına doğru savuruyor.
Sonra ellerini uzun paltosunun ceplerine sokarak ıssız yolda yürümesi; belleğimde, geçmişte okuduğum Orhan Pamuk’unKar romanının kapağını anımsatıyor.
Sokakta yürüyen adam gözden kaybolurken Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alışı aklıma geliyor.
Kendi kendime Pamuk, “…Türkler bu topraklarda 30 bin Kürdü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdü. Türkiye’de hiç kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyor. Ben ediyorum.” demeseydi yine de ödülü alır mıydı acaba diye içimden bir soru geçti.
Soruya verdiğim yanıt olumsuz oldu.
Yazarın okuduğum kitapları, Nobel’in ödül vermedeki siyasi kıstasları bende böyle bir fikrin oluşmasına neden oldu.
Bir yazarın kendi ulusunu aşağılayarak bir ödül alması, acınası bir durum.
Gelen tepkiler üzerine ülkeye uğrayamaz olmuştu.
Bu yüzden uzun süre ödülü verenlerin dünyasında yaşadı.
Son günlerde medyada yine haber oldu.
FETÖ’nün eski gazetesi Taraf’ın köşe yazarı; Rasim Ozan Kütahyalı, sosyal medyada fotoğrafı paylaşınca gündeme geldi.
Fotoğrafta; Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı, Aslı Akyavaş ve Orhan Pamuk gülümseyen yüzlerle objektife bakıyorlar.
Birbirlerinin dilinden anlayan dostlar toplanmışlar.
Fotoğraf bize her şeyi anlatıyor, fazla söze gerek yok.
Bu arada yağan kar tipiye dönüştü.
Az önce sokakta gezinen köpek koşarak gözden kaybolurken Fetö, Orhan Pamuk, Rasim Ozan Kütahyalı ve kar, anılarımın belleğinden bir fotoğrafı getirip gözlerimin önüne koydu.
FETÖ’nün “Ergenekon Savcısı” Zekeriya Öz, yaptığı kartopunu nereye savuracağının hesabını yaparken boşluğa bakar gibi duruyor.
Kartopunu yaparken “Daha büyük, daha sıkı bir kartopu yapıp hangi Atatürkçünün suratına atsam” diye bir soru içinden geçti mi acaba?
Atılan kartopları düşmana pek zarar vermez.
Ayrıca kartopu oyunu dostlar arasında oynanan bir oyundur.
Düşmanlarla oynanan oyunlar yanlış anlamalara neden olabileceğinden sakıncalıdır da üstelik.
Anılar albümünden bir fotoğraf daha çıktı geldi.
gazeteci Nazlı Ilıcak, Savcı Zekeriya Öz’le röportaj yapmış. Bakmış yerde kar var. Çocukluğu aklına gelmiş. Kartopunu yaptıktan sonra dostu Zekeriya Bey’e atar gibi yapıyor. Aynı şekilde Zekeriya Bey de gerekli hazırlığı yapmış Nazlı hanıma atar gibi yapıyor.
Fotoğraf makinesinin objektifi, ikisini de kahkaha atarken yakalamış.
Ne kadar da mutlular…
Gülüyorlar.
Doğa, bembeyaz örtüsünü ayaklarının altına sermiş. Birbirlerine top atarken ne kadar da nazikler.
Atar gibi yapıp, atmıyorlar.
Ama iş düşmana gelince bambaşka…
Kemalistlere, ulus devlet savunucularına her türlü iftira atma, tertip kurma, cezaevine atmada oldukça başarılılar.
Güçlü oldukları dönemde kendilerine ne kadar çok güveniyorlardı.
Sahip oldukları gücün hiç bitmeyeceğine inanıyorlardı.
Ne olduysa oldu suçlayan, yargılayan; suçlanan, yargılanan durumuna düştü.
Ergenekon Savcısı, yurt dışına kaçtı.
Kartopu arkadaşı Nazlı Ilıcak, yargıç karşısına çıkarılmıştı.
Yargıçlara şöyle diyordu:
“Benim babam Demokrat Parti’nin bakanlarından biri, annem Amerikan Kolejinde, abim Robert Kolejinde okumuş… Zekeriya Öz’le gazeteci olarak bir röportaj yaptım. Röportajı da bir fotoğrafla süsleyelim istedim. Baktım yerde kar var, bir ben kartopu aldım, bir de ona verdim. Ben onun FETÖ ile ilişkisini bilmiyordum. Kendisine sorduğumda, “Ben MHP kökenliyim. Anadolu çocuğuyum.” dedi.”
Nazlı Ilıcak, Bugün gazetesini Mehmet Ali Ilıcak ile birlikte kurduklarını ancak daha sonra devretmek için birini aradıklarını anlatarak, “Akın İpek ismini bana Abdullah Gül vermişti.” diye konuşmuştu.
Sülale boyu Robert Kolejlerde okumuşlarla “Anadolu Çocukları” birlik olup Anadolu’nun dibini oyuyorlardı.
Şu Abdullah Gül, Ergenekon operasyonu başlamadan önce dostlarına “Türkiye’de bu günlerde çok güzel şeyler olacak” diyerek müjdeyi vermişti.
Verilen müjdenin ardından kısa bir süre sonra operasyonlar başladı.
Toprağa gömülen silahlar…
Cinayetler, bombalamalar…
İtiraflar, asit kuyularında yakılmış 17 bin insan iddiaları…
Fuhuş, kadın ticareti yapan subaylar…
Tutuklamalar, siyasi cinayetler…
Medyada söylenen yalanlar, yalanlar, yalanlar…
Kozmik odaya girilip devlet sırlarının çalınması…
Daha bir sürü şey ardı ardına geldi.
Ayakta camın önünde ben bunları düşünürken tipinin azaldığını fark ettim.
Havada kargalar bir o yana, bir bu yana amaçsızca uçuşuyor, karşı tarafta bulunan kavak ağaçlarının çıplak dalları rüzgarda salınıp duruyorlardı.
Önümde beyaz renkle gri renk, doğaya egemen olmak için kıyasıya bir mücadele içindeydi.
Yeniden geçmişe döndüm.
Taraf gazetesinin bu operasyonlarda saldırı üssü görevini üstlendiğini düşündüm.
Merkezin yöneticisi, başyazarı, Ahmet Altan’dı.
Ahmet Altan, geçmiş dönemden bir fotoğrafı getirip camın önüne koydu sonra sesizce karların içinde kayboldu.
Kemal Kılıçdaroğlu ile Ahmet Altan birbirlerine sarılmışlar.
Kılıçdaroğlu, Altan’ın belinden yukarı bir bölgeye elini koymuş.
Ahmet Altan ise sol kolunu Kemal Kılıçdaroğlu’nun boynuna sarmış.
Gözlük camının ardından birbirlerinin gözlerine bakıyorlar.
O gözlerde dostluk adına, yoldaşlık(!) adına ne buldukları kendilerinde bir sır.
İkisi de gülümsüyor.
Dost dediğin zor günde belli olur.
Kılıçdaroğlu, Ahmet Altan’ın vefalı dostu olduğunu her fırsatta belli ediyor.
Kılıçdaroğlu, aynı zamanda Nazlı Ilıcak’ın da dostu.
FETÖ’nün dostlarını Kılıçdaroğlu da seviyor.
Yapılan bunca eleştiriye rağmen, “Nazlı Ilıcak’a, Ahmet Altan’a iade-i itibar vereceğiz.” diyor.
Kılıçdaroğlu’nu dostlarına sahip çıkıp yalnız bırakmadığı için kutlamak gerek.
Bir an dışarıda olduğumu düşündüm.
Kısa bir zaman için karda dolaşmak iyi gelse de soğuk insanın içine işlediğinde sıcak bir ortamı hemen arar.
İşi dışarıda olanları, çalışanları düşündüm.
Evsiz Adem Babaların işleri çok zor.
Gözlerim havada uçuşan kar tanelerini takip ediyor.
Kar tanesi, uçuşarak havada uçuşuyor, bazıları da gelip cama yapışıyor. Bir an durduktan sonra su olarak aşağı doğru akıp çerçevenin kıyısında kayboluyor.
Gözlerim pencere camında süzülen kar tanelerine dalıp gidiyor.
Ahmet Altan bir zamanlar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştı.
Yazdığı bir yazıda Uğur Mumcu’nun ajan olduğunu öne sürmüştü.
Ahmet Altan’ın bu iddiasını FETÖ’nün Zaman gazetesi vermişti.
Bu günden geçmişe dönüp bakıldığında ne kadar komik ve ayakları havada bir iddia.
Fakat o dönemde insanların gerçek düşünceleri net olarak ortaya çıkmamıştı.
Gerçek devrimci, yurtsever düşüncelerle liberal, karşı devrimci düşünceler arasındaki farkı bilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı.
Ahmet Altan, Uğur Mumcu’yu ajan olarak suçladığında takvimler 11 Aralık 1988’i gösteriyordu.
Uğur Mumcu, “Cemaatlere, tarikatlara giren çocuklar 30 sene sonra general olacaklar Cumhuriyete karşı ayaklanacaklar” diye 1993 yılında konuşmuştu.
Aynı yıl – 24 Ocak 1993 -Uğur Mumcu susturuldu.
Ahmet Altan yıllar sonra FETÖ’nün apoletsiz generali olarak ayaklanmanın alt yapısını döşüyordu.
Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan, 22 Ekim 2015 tarihinde öldü.
Mehmet Altan, Ahmet Altan kardeşlerin kötü günlerinde acılarını paylaşan ortak dostları vardı.
“Dost” sözcüğü hemen aklıma Kılıçdaroğlu’nu getirdi.
Kılıçdaroğlu sık sık “Biz, dostlarımızla birlikte iktidara geleceğiz.”diyor.
Kılıçdaroğlu’nun dostları kim?
Parti liderleri ve siyasal kişilikler olarak; Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu, Mithat Sancar…
Hepsinin Cumhuriyetle bir sorunu var.
Ali Babacan, Anayasa’nın ilk dört maddesiyle ilgili olarak sorulan bir soruya şöyle yanıt verdi:
“Şu anda bunları tartışmak için uygun iklim yok ülkede. Onun için hiç kimseyle konuşmuyoruz bu konuda.”
“Uygun iklim olursa tartışır mısınız?” sorusuna ise, “Şu anda ülkede ‘ciddi çatlakların’ oluştuğunu ancak ‘Günü geldiğinde zemin ve şartlar uygun olduğunda’ Anayasanın ilk dört maddesi üzerinde de konuşabileceğini” söyleyerek yanıt verdi.
Adamın niyeti belli…
Hazret, Türkiye’de Cumhuriyetçi, Atatürkçü kesimin direnci kırılana kadar gerçek niyetini söylemeyecek.
Gizli ajandasını alttan alta yürütecek.
Yukarıda adlarını saydığım tüm siyasi liderler – Kılıçdaroğlu da dahil olmak üzere – Anayasanın ilk dört maddesinin kaldırılmasından yanalar.
Diğer cephe zaten dünden razı.
Sağa bakıyorum, sola bakıyorum Cumhuriyeti savunacak bir siyasi oluşum arıyorum.
Göremiyorum.
Göremiyorum.
Oturduğum ev, tepenin yamacında olduğu için önü açık. Kenti yukarıdan seyrediyorum. Ufuk çizgisini gören şanslı vatandaşlardan biriyim. Canım sıkıldığında, gözlerimi dinlendirmek için kendimi camın kıyısına atarım.
Şimdi sıcak odamın penceresinden dışarı bakarken bunları düşündüm.
Kar bugün bütün hünerini gösteriyor.
Yağış hızlandıkça uzaklardan başlayıp bana doğru gelen sis bulutunu andırıyor.
Gözlerim yağan kara daldıkça kendimi bir sis bulutunun içindeymişim gibi hissediyorum.
Uzaklarda görülen evler, sis bulutu içinde bir kaybolup bir ortaya çıkıyor.
Doğa denilen ressam; elindeki paleti, fırçaları ile gri bir tuval üstünde leke çalışmalarını bize sunuyor.
Her an değişen grinin tonlarından, belirip sonra kaybolan renk lekelerinden gözlerimi alamıyorum.
Bugün tüm İstanbul karın yarattığı sise büründü.
Göz gözü görmüyor.
İstanbul grilikler içinde kayboldu.
Orhan Pamuk’la başlayıp Türkiye’nin yakın siyasi döneminde etkili olan kişilerin bende bıraktığı etkiden midir sis sözcüğü alıp beni 100 yıl öncesine götürdü.
Tevfik Fikret’in sis şiiri aklıma geldi, takıldı.
Bir an Fikret’in bu şiiri yazdığı dönemin koşullarını düşündüm.
Tevfik Fikret, uzun süren istibdat rejiminden bunalmıştı. Abdülhamid’in gidişini sağlayacak İttiatçılara bel bağlamıştı. 1908 Devrimi şairde büyük umutlar yeşertmişti. Baştan her şey yolunda gidiyordu.
Sonradan işler değişti.
Devrimi yapanlar ona ihanet ederek her türlü yolsuzluk ve kirli işler içinde yer aldılar.
Bu durum, şairde büyük hayal kırıklığı yarattı.
Sisli bir günde İstanbul’a Aşiyan’dan bakarak bu şiiri yazdı.
Ben de günümüzün İstanbul’una, Türkiye’nin siyasi koşullarına baktığımda şiirin dizeleri günümüz Türkçesiyle dudaklarımdan dökülüyor:
SİS Yine bir sis kaplamış ufuklarını inatçı bir sis, gitgide büyüyen bir ak karanlık. Ağırlığı altında ne varsa sanki yok olup gitmiş, kalmış ortada kala kala bir tozlu yığın, o tozlu korkunç yığına bakan göz şaşırtır titrer, ilerisine gidemez. ......... söyle, ey kanun denen efsane! Ey tutulmayan sözler, sonsuz yalan! Ey mahkemelerden her gün kovulan hak! Ey kuşkunun pençesinde kıskıvrak, duygusuz, ta yüreklere dek uzanan gizli kulak, senin korkundan ağızlar sımsıkı kilitli. Seni hor görüyorlar, halkım için dökülen alınteri! Ey kalem ve kılıç, siyasi iki mahkum, ey doğruluk ve yiğitlik, unutulmuş yüzlersiniz artık! Ey kodamanlar ve kuyrukları onların, pısırıklar, çekingenler, korkaklar sizi! Nasıl da alışmışsınız iki büklüm yaşamaya, adınızın sanınızın da maşallahı var hani! Ey yere eğilmiş kafalar, ak pak, ama tiksindirici! Ey genç kadın ve ardından koşan delikanlı! Ey kahırlı ana, ey dargın karı koca! Ya sizler be çocuklar, anasız babasız, başı boş yavrucuklar, ya sizler... Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak, örtün, kart orospu, örtün hiç uyanma! Tevfik Fikret