Su, tüm canlılar için vazgeçilmez bir yaşam kaynağıdır. Su içmeden yaşayamayız. Vücudumuzun dörtte üçü sudur. Bir insan açlığa uzun süre dayansa da susuzluğa fazla dayanamaz.
Dünyanın yüzde yetmişi su olmasına rağmen tatlı su oranı sadece yüzde üç civarındadır. Bu tatlı su kaynaklarının yüzde yetmişi kutuplarda ve dağların tepelerinde bulunuyor. Sanayileşmenin, şehirleşmenin getirdiği nedenlerle tatlı su kaynaklarının çoğu kirlendiği için içilemez durumda.
Yeryüzünde bir buçuk milyar insan temiz, sağlıklı su içemiyor.
Temiz suya ulaşamayan insan sayısı, her geçen yıl katlanarak artıyor.
Doğadaki dengenin bozulması, uzun süren kuraklık dönemleri insanları susuz bıraktığı gibi kıtlığın oluşmasına da neden oluyor.
Temiz, güvenli içme suyu, her geçen gün daha değerli hale geliyor.
Uzmanların söylemesine göre yakın bir gelecekte bir litre temiz su, bir litre petrolden daha değerli hale gelecek.
Bu bilinçte olan uluslararası şirketler ve devletler, dünyadaki tatlı su rezervlerini ele geçirip kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için çalışmalar yürütüyorlar.
DSİ verilerine göre bugün 1.519 m3 olan kişi başına düşen su miktarı 2030 yılında 100 milyona ulaşan nüfusla bu oran 1100m3’e düşerek su yoksulu bir ülke olacağız.
Amerikan Ulusal Atmosfer Araştırmaları Merkezi’nin (NCAR) hazırladığı rapora göre önümüzdeki 30 yıl içinde gelişmiş ülkelerin üçte ikisini şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir kuraklık vuracak.
Aşağıda yer alan haritada görüldüğü gibi Türkiye ve onun bulunduğu coğrafya kıpkızıl. Türkiye’yi önümüzdeki yıllarda büyük kuraklık felaketi bekliyor.
Peki biz, yaklaşan bu felakete karşı ne yapıyoruz?
Çok değerli tarım alanlarını imara açıp betonlaştırarak yok ediyoruz.
Akarsu, göl gibi kaynakların yanına tekstil, deri gibi kirletici sanayileri kurarak zehirliyoruz.
Tarımda aşırı ilaç kullanarak yeraltı sularını içilmez hale getiriyoruz.
Tarımda aşırı su kullanarak, yeraltı sularını çekerek obrukların oluşmasına neden oluyoruz. Tatlı su göllerimizi kurutuyoruz.
İçme suyu kaynaklarını yabancılara satıyoruz.
Fabrikalar, şirketler, bankalar, sigorta şirketleri, limanlar, havaalanları, topraklar derken satış, içme sularımıza geldi dayandı.
Avrupa Birliği’nin 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan Türkiye İlerleme Raporu’nda Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama tesislerinin İsrail’in de dahil olduğu bir konsorsiyuma devredilmesinden söz ediyordu.
Eski ABD Büyükelçisi Pearson, “Erzurum’dan Bağdat’a kadar uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacak” demişti.
Amerika’nın yayınladığı BOP Haritası gözünüzün önünde canlandığında yapılmak istenen şey gayet net olarak görülür.
Erzurum, Tunceli dağlarından çıkan sular dünyanın kirlenmemiş en temiz suları olduğundan birilerinin iştahını kabartıyor.
Siyonizm’in “Vadedilmiş Topraklar” projesi Ortadoğu’da adım adım gerçekleşiyor. Bilindiği gibi Türkiye’nin birçok ili bu projenin hedefinde olduğundan arazi satışlarıyla topraklarımız elimizden gidiyor.
Geçmiş yıllarda Katar’a hava limanları, bankalar, gayrimenkuller satılmıştı.
Yakın dönemde Borsa İstanbul’un yüze 10’luk hissesi, Antalya Limanı, İstanbul Haliç Altın Boynuz Projesi’nin satışı gerçekleşti.
Geçtiğimiz günlerde Katar’la, “Su Yönetimi Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı” imzalandı.
27 Kasım’da Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir kararla 2 milyon hektar arazinin sulanmasını düzenleyen Sulama Birlikleri’nin işletme devrinin önü açıldı.
Bazı çevreler, alınan bu kararla “Katar’a büyük toprak arazilerinin ve su kaynaklarının satışı gerçekleşecek” iddiasında bulunuyorlar.
Katar’ın siyasi, ekonomik durumu incelendiğinde, bu ülkenin hâlâ İngilizlerin egemenliğinde olduğu görülüyor. Devlet yöneticilerinin tümü İngiliz okullarında İngiliz terbiyesi(!) alarak yetişmişler.
Katarın enerji kaynaklarını Exxon, Mobil,Shell gibi küresel şirketler çıkarıp, yönetiyor.
Türkiye’de Katar adına yapılan alımların arkasında İngilizlerin ve İsrail’in olduğu söyleniyor.
Sonuçta kim alırsa alsın; değerlerimiz, konuyla ilgili sularımız elimizden gidiyor.
11 Aralık 2020 Cuma günü Türkiye’nin tüm camilerinde kuraklığa karşı Diyanet İşleri Başkanlığının çağrısıyla “yağmur duası” yapıldı. Bütün eller gökyüzüne doğru açılarak, “Yağdır Mevla’m Su” diye niyaz edildi. Sonra eller toprağa doğru tutularak yağmur yağma olayı taklit edildi.
El açıp yalvardıkları Mevla’nın yağmur yağdırıp yağdırmayacağını bilemem ama şunu gayet iyi biliyorum. O da şudur:
Elindeki kıt olan su kaynaklarını hovardaca harcayan, üstüne üstlük bir de tutup onları yabancılara satan, “aklını kullanmayan toplumların üstüne pislik yağdıracağından” adım gibi eminim.